29 Aralık 2008 Pazartesi

Ümit Ünal: Sanatın En Güzel Tarafı Önceden Belirlenmemiş Olması

ümitünal1


Bu söyleşi bir yeni yıl hediyesi, kendime ve blog okurlarına... Ümit Ünal, hem ekranla en az ilişkisi olan, hem de şöyleşilere başladığım andan itibaren ulaşmak için hatır kullandığım ilk konuğum. Bir araya geldiğimizde aslında söyleşmek için hatır kullanmaya ihtiyacımın olmadığını sadece yoğun bir dönemine denk geldiğim için yolladığım mesajın arada kaynadığını da anladım. Ama olsun. Torpil kullandım mı? Kullandım. Bu da, söyleşiyi kişisel hatır tarihime altın harflerle yazmaya yeterlidir. Emeği geçen herkese teşekkür ederim.

Ümit Ünal güler yüzlü, her an neş’e içinde kahkahalar atabilen, kalbini olduğu gibi açabilen bir çocuk adam. Yani varlığıyla sizi rahatlatıyor ama kolayca teslim olmuyor. İyi bir öykücü olduğu da sohbet esnasında açıkça ortaya çıkıyor. Kurgulamıyor anlattıklarını ama, yolunuzu rahat bulmanız için hazır halde anlatıyor hikayesinin başını sonunu. Hassas cümleler kurduğunda ya da ezber bozacak herhangi bir beyanda bulunduğunda lafın sonunu kahkahalarıyla süslüyor. Bu özelliğini karşılıklı konuşurken değil, söyleşi kaydını deşifre ederken anladım. Öyleyse dikkat! Ümit Ünal, sohbet esnasında lafını neşeli bir kahkaha ile noktalıyorsa, duyduklarınıza kulak kabartın. Ağzından dökülenler varsaydığınızdan daha keskin niyetli cümleler olabilir. Gülüyor diye, sakın hafife almayın.

Hazır fırsat bulmuşken itiraf etmeliyim ki oyunculardan çok hikayecilerle, senaryo yazarlarıyla sohbet ederken ve onların söyleşisini kaleme alırken geriliyorum, heyecanlanıyorum. Bu söyleşi vesilesiyle bunu da anladım. Bir tür kendi kalemini, cümlelerini, onların malzemesinden yaratacağın yeni hikayeyi beğendirme çabasına giriyor insan. Tıpkı bu söyleşide de olduğu gibi. Sanırım profesyonellik de bu kaygudan kurtulduğun anda başlıyor. Hoş, bu sefer soru- cevap şeklinde gelişen sohbetimiz o kadar verimli geçti ki aralara girip çıkmaya gerçekten kıyamadım, söyleşiyi olduğundan da fazla uzatmak istemedim ve bu haliyle sunmaya karar verdim. Öyleyse buyrun…

• Ekranla en az ilişkisi olan söyleşi konuğum sizsiniz. Yanılmıyorsam, bugüne kadar tek bir dizi çektiniz değil mi?
Hayır, iki dizide yönetmen olarak çalıştım. Bir tanesi Yavuz Turgul’un denetiminde çekilen “Biz size aşık olduk”, Beyazıt Öztürk ve Meltem Cumbul oynuyordu. İlk 7 bölümünü çektim. Bir de Barış Pirhasan’nın senaryosunu yazdığı “Günahım Neydi Allahım” diye bir dizi vardı, Kenan Işık ve Sanem Çelik oynuyorlardı, onun da ilk 3 bölümünü çektim. 4. bölümün yarısında ayrıldım. Ayrıca Atıf Yılmaz için “Tatlı Betüş” diye bir dizi yazdım. Bir de Uğur Yücel için “Aziz Ahmet”in 7 bölümünü yazdım. Ama dizi dünyasından çok memnun olmadım hiçbir zaman. Sinemadan ya da reklamdan gelen birisi için dizi dünyası yeterince tatmin edici değil. Özellikle yönetmenlik açısından. Yazar açısından da aynı durum söz konusu. Dizi yazmak ya da çekmek sadece parasal olarak tatmin edici bence.

Yani bir ekran projesi teklif edilse yönetmem mi diyorsunuz?
Evet, pek düşünmem. Ancak benim yazar olarak da kontrolümde olacak bir iş olursa o da sonsuza kadar gidecek bir dizi değil de, 13 bölümle sınırlı bir proje olarak düşünülen bir iş olursa, o zaman düşünürüm. Aksi halde bu şartlarda bu tempo, ölçümleme sistemi ve ilişki düzeni içinde dizi çektiğimi hayal edemiyorum.

Dokuz Eylül mezunusunuz değil mi?
Dokuz Eylül, Sinema Televizyon mezunuyum. 1965 doğumluyum. 85’de mezun oldum, 20 yaşında.

Aynı kuşağın insanıyız, belki erkek çocuk olmanız hasebiyle tercihiniz çok sorgulanmamış olabilir ama yine de cesur bir seçim yapmışsınız. Benim zamanımda en popüler okullar iktisat, hukuk ve mimarlıktı. Neden sinema okudunuz?
Ben aslında ressam olmak istiyordum. Resime biraz yeteneğim vardı, hâlâ var da pek yapmıyorum. Annem çok desteklerdi resim yapmamı, çok da hoşuna giderdi. Babam daha çok mimar olmamı çok isterdi. Üniversite sınavları öncesinde bizim okulun içerik açıklamasını okuyunca, sinema çok çekici geldi. Bir yandan da uzak geliyordu. Sanki benim yapamayacağım bir şey gibi geliyordu. Ama çekiciliği ağır bastı ve girdim. Dört yıl boyunca çok iyi arkadaşlar, çok iyi hocalar tanıdım ve çok hoş zaman geçirdim. Bizim dönemimiz çok çok iyi insanlarla doluydu. O dönemden yani bizden önce, bizim sınıf ve bizden sonraki sınıftan bir çok yönetmen, senarist, dizi yönetmeni çıktı. Küçüklüğümden beri bir şekilde çok okuyordum, resimle sanatla çok ilgiliydim. Ama bizdeki eğitim sistemi çocukların var olan yeteneklerini okul öncesi fark etmesini ve geliştirmesini sağlamıyor. Dolayısıyla da üniversite bu vazifeyi görüyor. Üniversite yıllarım çok verimli geçti ve bana çok faydası dokundu.

Sinema Tv’de okurken mi senaryo yazmaya başladınız?
Önce kısa filmler yapmaya başladım. Üç- dört tane kısa film yaptım. Üç tane aslında dördüncüsü bitmedi sonra da kayboldu kopyaları. Çektiğim kısa filmler çeşitli yarışmalarda ödül aldı. O zaman fazla yarışma da yoktu. Bahsettiğim yıllar 1983-84 seneleri. Sadece İfsak vardı, bir de Ankara’da Kurgu Kısa Film Yarışması vardı. Yaptığım filmler oralarda ödül aldı. Sonra okulun son yılındayken “Teyzem” filminde bahsettiğim olaylar yaşandı. Teyzem hastalandı. Bir yıl içinde neredeyse hızlı bir biçimde hastalığı gelişti ve intihar etti.




Devamını buradan okuyun



••
Kapak Fotoğrafı: Ahmet Mocan



®
Cihangir, Aralık 2008

.

Ümit Ünal:Sanatın En Güzel Tarafı Önceden Belirlenmemiş Olması

ümitünal1


TEYZEM OTOBİYOGRAFİK BİR HİKAYEDİR

Ben de bu olaydan çok etkilenip hikayesini yazmaya başladım. Senaryo diyemiyorum, 30 sayfalık bir hikayeydi. Hatta daha çok kısa film senaryosu gibiydi. Daha sonra İstanbul’a geldiğimde o hikayeyi bir kaç kişiye gösterdim. Atıf Yılmaz’ın asistanı Leyla Özalp’le tanışmıştım. Leyla okudu hikayemi ve çok hoşuna gitti. Film yapılabileceğine inandı. Atıf Yılmaz’a beğendirmeye çalıştık. Hikayeyi beğendi ama film yapılabilmesi meselesiyle pek ilgilenmedi. Ben de filmimde Müjde Ar’ın oynamasını çok istiyordum. Leyla, Adı Vasfiye’de 4. asistan olarak işe başlamamı sağladı. Ve filmin baş kadın oyuncusu Müjde Ar. Böylece Müjde’yle tanışma şansım oldu. Teyzem’i ona okuttum. Çok hoşuna gitti. Ben bu filmde mutlaka oynarım dedi. Bütün bunlar Kasım ayında oluyor. Mayıs ayında hikayem Milliyet Gazetesi’nin yarışmasında birinci oldu. Haziran ayında filmi çekmeye başlamıştık. Demek eskiden bu işler çok çabuk oluyormuş.

Yarışma şartnamesi yüzünden mi Halit Refiğ çekti filmi?
Hayır. Müjde Ar zaten bu hikayede oynamak istiyordu. O zamanlar starlar çok güçlüydü. Şimdi de öyle etkisi olan oyuncular var mıdır bilmiyorum ama, o zaman Müjde bir hikayede oynamak isterse zaten o proje çekilirdi. Halit Refiğ’in aslında başka bir projesi vardı Müjde’yle çekmek istediği hatta proje Müjde Ar adıyla satılmıştı. "Kurtar Beni” adında bir projeydi, çekti daha sonra Halit Bey o filmi. Gülşen Bubikoğlu ve Talat Bulut oynadılar. Bir fahişeye aşık olan imam hikayesi. İlginç bir hikayedir aslında ama Müjde o filmde oynamak istemedi ve Teyzem’i çekerseniz, oynarım dedi. O zaman Halit Refiğ’in çalıştığı yapımcı da kabul etti ve böylece film gerçekleşti.

Yazmak dışında sette görev aldınız mı hikayenizin çekilirken?
Evet, 2. asistandım, Bir yandan senaryoyu yeniden yazıyordum sette. Bir sürü sahneyi sette yeniden yazdım.

Gerçekten kötü bir asistan mıydınız?
Asistanlık başka bir zihniyet gerektiriyor. İyi bir lise talebesi olanlar, iyi asistan olabilir. Sette benim kafam çok karışık oluyordu. Daha çok yönetmeni izlemeye dalardım. Onun işini düşünürdüm. O sahne böyle olsa, şu sahne böyle olmaz diye düşünürdüm hep. Bu yüzden de asıl yapmam gereken vazifeleri yapamazdım. Kötü bir asistandım gerçekten.

Hikayenizin filminden memnun olmadığınızı okumuştum bir röportajınızda…
Şöyle anlatayım. “Teyzem” otobiyografik bir hikaye. Benim teyzem oradaki gibi yaşadı ve öldü. Hikayeyi yazarken İstanbul’a geliş deneyimimi de ekledim. Asıl hikaye Bursa’da geçiyordu. İstanbul’da geçiyormuş gibi yaptım. Çocuğun İstanbul’dan etkilenmesini filan katmak istedim. Beğenmemek kısmına gelince, benim yapmak istediğim bir parça daha hafif bir filmdi.

Hafif?
Hafif demeyeyim tam tersi aslında hafif görünümlü daha ağır bir filmdi. Kitsch bir görünüm isterdim. Ajda Pekkan’ın eski şarkılarını kullanmak istiyordum. Kızın tuttuğu hatıra defterlerinin görüntülerini kullanmak istiyordum. Ve senaryo biraz daha ileri geri gidişli bir senaryoydu. Halit Refiğ’in de tarzı hiç bu düşlediğim havalarda olmadığı için hikayenin daha çok psikolojik tarafına ağırlık verdi. Teyzem, çekildiği dönem itibariyle tam da Türk Sineması’nın değişim dönemlerine denk geldi. O dönem yapılan filmlere bakarsak örneğin; Züğürt Ağa ve Muhsin Bey var. Her iki film de bugün bile bakıldığında teknik olarak düzgün çekilmiştir ve iyi prodüksiyonlardır. Onlarla kıyaslarsanız, Teyzem sanki çok daha eski zamanda yapılmış bir film gibi duruyor. Halit Bey tekniğe de çok önem veren birisi değildi. Kısacası prodüksiyonundan memnun değilim. Hikayenin yorumunu çok ciddi ve bazı yerlerde ağır buluyorum. Ama yine de duygusunu iyi geçiren bir film olduğunu düşünüyorum. Bütün aksaklıklarına rağmen. Teyzem, bugün bile benim en çok hatırlanan senaryomdur diyebilirim.

ümit2

GÖLGESİZLER BAŞKA FİLMLERE DE YOL AÇABİLECEK ENGİN BİR KİTAP

İyi bir hikaye, iyi bir senaryo çok kolay parçalanamaz, realize edilirken kolaylıkla bozulamaz diyorlar. Hepimiz biliyoruz ki çok başarılı bir hikayeci ve senaryo yazarısınız. Bunu siz de bildiğiniz için mi kendi senaryolarınızı çekiyorsunuz?
Teşekkür ederim. Son yaptığım film aslında kendi hikayem değil. Gölgesizler, Hasan Ali Toptaş’ın romanından uyarlama. Bu işe en başından itibaren hikaye üreterek başladım. Aslında bazen başkasının yazdığı şeyleri de kendime çok yakın bulduğum oluyor. Ama benim için bir filmin heyecanı önce hikayesiyle geliyor. Ve filmi hikayesiyle, diyaloglarıyla bir bütün olarak oluştururken büyük heyecan duyuyorum. Sanırım bu yüzden başkasının hikayesini, senaryosunu kullanmayı düşünmemiştim, Gölgesizler’e kadar. Gölgesizler de, bir roman uyarlaması ama açıkçası biraz kendi filmlerime benzettim galiba. Romanı çok değiştirdim. Tek başına film olması imkansız bir romandı. Onun için de belli noktaları öne çıkartarak ve hikayeyi bir sıraya koyarak bir tür yorum yapmak zorunda kaldım. Tam bir uyarlama denilemez o manada yani bir tür kaynak hikaye gibi oldu. Çünkü Gölgesizler başka filmlere de yol açabilecek bir eser, engin bir kitap ve benimki sadece yorumlarından biri olabilir. Öte yandan film bir anlamda da kitabın ruhuna çok uygun aslında. Diyaloglar, bazı sahneler birebir olarak kitapta var. Kitapta bir ölçüde belirsizlik vardı, sanırım o belirsizliği ortadan kaldırdım, dramatik bir çatışma yaratabilmek için.

Gölgesizler nasıl bir film oldu?
Ben çok memnunum. Beğeniyorum. Benim yaptığım diğer filmlere göre değerlendirirsem, ilginç bir film oldu. Bir kere, şimdiye kadar yaptığım filmler ufak bütçeli prodüksiyonlar olduğu için herkes benden teatral ve bol diyaloglu bir film bekliyor. Gölgesizler’de bütün film boyunca durmayan bir kamera var. Oradan oraya dolaşıyoruz, tırnak içinde aksiyon sahneleri var. Şimdiye kadar yaptıklarımdan çok farklı bir film oldu. Durgun değil. Tek mekan filmi değil. Diyaloglar diğer filmlerime kıyasla çok az. Filmlerimde deneysel olmayı seviyorum, farklı şeyler olsun istiyorum, hiç denenmemişi yapmayı istiyorum. Aslında bu anlamda da diğer filmlerime benziyor. Yani ilginç bir film oldu. Ben memnunum yaptığım işten.

Ne zaman izleyeceğiz?
Film, Ekim başında bitti. 27 Şubat’da gösterime girecek.

Mesleki kariyerinizde yoğun olarak reklam yazarlığı ve yönetmenliği yaptığınız bir dönem var. Sektörde, reklamda yetişmiş yönetmenlerinin sinemaya çok katkısı olacağına inanan bir grup var. Hatta sinemada reklam yönetmenlerine ihtiyaç olduğu iddiası var, siz bu teze katılıyor musunuz?
Hayır. Reklam filmi çekmenin beni teknik açıdan yetiştirdiğini söyleyebilirim. Reklamda büyük paralar var. Dolayısıyla da önünüze çok büyük teknik olanaklar seriliyor. Avrupanın en iyi stüdyoları bizde. Teknik manada dünya standardında işler yapılıyor. Düşünsenize, mini dv ile bir reklam çektim sonra onun sinema filmine aktarılmış halini perdede izledim. Bunlar insanı cesaretlendiriyor. Bu yüzden de 9’u hayal edip, yapabildim. Yani reklam beni teknik olarak çok geliştirdi. Ama her zaman da ikisini çok ayrı işler olarak düşündüm. Reklam yönetmenliği ile sinema yönetmenliği veya reklam yazarlığı ile yazarlık, edebiyat yazarlığı tamamen ayrı işlerdir. Daha önce bir röportajda da söylemiştim marangoz olmakla, aşçı olmak kadar farklı işler. Aslında aynı malzemeyi kullansa da, reklamda anlatacağınız şey en baştan bellidir. Size bir mesaj olarak verilir. Bir ürün var ve o ürün satılacak, siz de “bunu al!” diyeceksiniz. İş tarifiniz belli. Size kalan satılacak olanı bir kılığa sokup, biraz süsleyip, yenilir yutulur bir hale getirmektir. Halbuki sinemada, edebiyatta, sanatta daha doğrusu siz olmasanız ortaya çıkan bir ürün yok. Ona karşı bir talep de yok. Orada anlatılan şeyi kimse sizden önce akıl etmemiş zaten veya söylenen gösterilen şeyi sizden önce kimse görmemiş, düşünmemiş. Nasıl anlatacağını da kimse size dikte etmiyor. Sanatın en güzel tarafı önceden belirlenmemiş olması. Benim için en büyük farklılık bu. Ama bazı sanatçılar var ki reklam gibi düşünüyorlar, bir mesajı aktarmaya çalışıyorlar. Reklamdaki gibi formüllerle insanların algısına göre hareket ediyorlar. Onları kötü sanatçı olarak görüyorum. Reklamda da aynı durum var. Sanatı reklama karıştırdığınız zaman sıkıcı ve anlaşılmaz reklamlar doğurabiliyor. Şiir diliyle reklam metni yazanlar var, ikisini apayrı düşünmek lazım.

Siz bu ayrımı yaptığınızı düşünüyor musunuz?
Evet, ben bu ayrımı yapabildiğimi sanıyorum. Şimdiye kadar kimse filmlerime “reklam yönetmenliğinden geldiği için böyle olmuş.” demedi. Reklamda da uzun metraj yönetmenlerini beğenmeme hali vardır, filmi kesemiyor diye. Reklamda da böyle bir durum hiç başıma gelmedi. Dolayısıyla ikisini ayırabildiğimi sanıyorum.


ümit3

SİNEMADA YÖNETMEN YORUMLAYAN VE YENİDEN YARATANDIR. TELEVİZYONDA İSE SADECE UYGULAYICIDIR

Televizyon konusuna geri dönelim istiyorum. Ekran işlerindeki tempodan, ölçümlenme biçiminden, ilişki biçiminden mi hoşlanmıyorsunuz, nedir hoşlanmadığınız kısmı?
Televizyonun çok güzel bir mecra olduğunu düşünüyorum ama Türkiye’deki dizi yapım mantığı çok farklı. İngiltere’de bir dönem yaşadığım için oradaki işleyişi biraz biliyorum. Yurt dışında diziler bir proje olarak düşünülüyor. Proje olarak anlaşma yapılıyor, senaryolar yazılıyor daha sonra çekiliyor. Yani üretimin işleyiş biçimi çok farklı. Bize gelince, bir yapımcı ancak 3. bölümde parasını alabiliyor. Dolayısıyla ancak 3 bölüm senaryo yazdırabiliyor. Eğer 4. bölümde dizi kalkmazsa yani proje tutarsa, devamında da haftalık senaryolar yazılıyor. Öncelikle böyle bir tempoda iyi bir senaryo çıkması çok zor. En iyi senaristlerin bile çok kötü şeyler yazdığını gördüm. Dizilerin süreleri çok uzun. Net 80-90 dakika dizi yapıyorlar. 6 günde çekip, 1 günde kurgulayıp, montajını, dublajını yapıp, yayına hazırlamaya çalışmak kaliteyi çok düşürüyor. Bu tempo içinde çalışırken de yönetmenin görevi teknikere indirgeniyor. Sinemada yönetmen yorumlayan ve yeniden yaratandır. Televizyonda ise sadece uygulayıcıdır. Bazen yönetmenler değişiyor yerlerine asistanları ya da başkaları geliyor. Hiçbir anlamlı değişiklik olmadan yine dizi mükemmelen çekiliyor, sistem işliyor. Kendi başıma geldiği için gördüm. Yönetmen, organizatör konumundadır dizi meselesinde. Oyuncular açısından bakarsan, çoğunun aynı zamanda da başka bir işi vardır. Konseri var, oyunu var, yarışması var, ekstrası var. Yönetmensin ve ilk çözmen gereken durum şudur: Falanca Bey 2’de gidicek, Filanca Hanım da 12’de gelebiliyor. 7 sayfalık sahneyi çekmek için de önümüzde 2 saat var. Bunu ilk duyduğumda senaryoyu havalara attım. Nasıl olur diye. Sonra bir şekilde olduruyorsun. O sahneyi zamanlamaya uyarak çekmek ve kurtarmak bir başarı oluyor. Yorum katmak, o sahneyi daha izlenebilir hale getirmek gibi dertlerin havaya uçuyor. Bu durumda da işe kalite katmak pek mümkün olmuyor.

Büyüklerimiz, televizyon dünyası gündemimizdeki krizin de tetiklemesiyle gelecek sezon küçük bütçeli stüdyo programlarına ağırlık verilecek diyor. Böyle bir yönelim gerçekleşirse yani dizi prodüksiyonları azalırsa ekran oyuncuları sinemada yer bulabilirler mi dersiniz?
Sinemanın koşulları çok farklı. Sinema bambaşka bir yerde. O kadar farklı koşullarda film yapılıyor ki. Baktığınız zaman hepsini eşit gibi aynı potada değerlendiriyoruz ama, her biri aslında bambaşka koşullarda yapılıyor. Bir tarafta, televizyon etkili filmler var. Televizyon yapımcıları para yatırıyorlar ve televizyon oyuncuları rol alıyor. Televizyon seyircisi gibi seyircilere yönelik filmler oluyor bunlar da. Öte tarafta reklamdan gelen insanların reklamdan kazandıkları parayla yaptıkları işler var. Ve parasız yapılan benim filmlerim gibi tamamen olayın dışında filmler var. O kadar farklı koşullarda, o kadar farklı şekilllerde film yapılıyor ki oyuncuların duracağı zemini tahmin etmek zor. Örneğin Nuri Bilge Ceylan bence Türkiye’nin en iyi yönetmenlerinden biri, tamamen amatör insanlarla çalışıyor. İsimsiz insanlarla film yapabiliyor. Çağan Irmak, tamamen isimsiz iki insanı aldı, gişe filmi yaptı. Tam bir endüstrileşme gerçekleşmiş olsa ya da eski Yeşilçam gibi olsa şu andaki ortam, kimin nereden geleceği, nereden nereye gideceği belli olur ve belki net bir şey söylenebilir. O zaman da, evet sinemaya dönebilirler diyebilirsin, ama şu anda fazlaca belirsizlik var. Film yapan her insan neredeyse sıfırdan başlayarak yeniden bir düzen kuruyor ve herkes kendi başına hareket ediyor. Bir endüstrinin varlığından söz etmek mümkün değil. Bu sebeple oyuncular için “ekran yolu kapanınca sinemada devam eder” gibi net bir cümle kurulamaz.

Oyuncularınızı nasıl seçiyorsunuz?
İyi oyuncu olmasına göre seçiyorum. Bir de sinemada bence işin büyük çoğunluğu görüntüdür. Görüntüsüne göre de oyuncu seçiyorum. Elbette öncelikle yeteneğine göre seçiyorum. Yeteneksiz biriyle çalışmak zaten imkansızdır. Ama bazı oyuncular da sadece görüntü itibariyle hikayenize çok iyi oturuyorlar. Dursa, yakışıyor yani. Öyle de seçiyorum. Tiyatroya çok gidiyorum. Dizi seyretmiyorum ama bir oyuncu önerdikleri zaman bakıyorum. Ama diziler bir oyuncunun yeteneğine bakmak için doğru bir ölçüt değil. Ekrandan bakarak ancak nasıl görüntü verdiğine karar verebilirsiniz.

Hiç sonradan pişman olduğunuz oyuncu seçimleri yaptınız mı?
Yapmadım. 9 ve Ara’da bütün oyuncularımı zaten kendim seçtim. Diğer filmlerde de casting aşamasında yer alıyorum. Benim önerdiğim insanlar mutlaka kabul görüyor. Elbette bazen yapımcıların istediği oyuncular da oluyor ve karşı çıkamıyorsun. Ama kendi kontrolümdeki filmlerde böyle bir durum hiç yaşanmadı. Yani hiçbir oyuncumdan pişman olmadım.

Anlat İstanbul, bana göre iyi bir filmdi. Mükemmele yakın bir senaryo ve kotarılması zor bir projeydi, farklıydı. Memnun musunuz çıkan sonuçtan?
Anlat Istanbul aslında iyi pazarlansaydı ticari olarak da başarılı olabilecek bir filmdi. Ama gişede 200 bin yaptı. Çünkü yapımcı film bittikten sonra hiç hoşlanmadı sonuçtan ve bir anlamda vazgeçti filmden. Aslında bir film çekildiği zaman bitmiyor. Sonrası da önemli. Eğer iyi bir filmse ticari ömrü azalarak da olsa 15-20 yıl sürebiliyor. 9’u hâlâ festivallere çağrıyorlar mesela. Bu sene Sicilya’da bir festivale katıldım, 7 sene sonra. Ama Anlat İstanbul’da yapımcı filmi çok beğenmedi ve rafa kaldırdı parasını kurtardıktan sonra. Yani şanssız bir proje oldu. Bana kalırsa hâlâ güzel bir film ve ilerde daha çok anlaşılacak kıymeti. Ayrıca Anlat Istanbul tek kişinin çekmesi gereken bir filmdi, 5 kişi çektik. O kadar içiçe gelişen bir projeydi ki nasıl sorunsuz bittiğine ben de inanamıyorum.

Beş yönetmenle çekilme kararı nasıl verildi?
1997’de kendim çekmek üzere yazdım senaryosunu. Sonra bir yapımcıyla çalıştık üzerinde, o zaman adı, “İstanbul Masalları”ydı. 9’dan önce ilk filmim olacaktı. Fakat tam 2000 krizine denk geldi. Yapılamadı. Sonra uzun zaman rafta bekledi. Okuldan arkadaşım olan Türkan Derya bu fikri akıl etti. 5 hikaye, 5 yönetmen çeksin dedi. Hatta Erol Avcı’yı da Türkan Derya buldu. Fakat sonra Türkan’la bir-iki konuda anlaşamadık ve o bıraktı projeyi, ben yapımcıyla başbaşa kaldım. Yapımcıya filmi yalnız çekmeyi yeniden önerdim ama tek yönetmen olarak filmi çekmem konusunda bana güvenemedi. Ayrıca 5 yönetmen fikri çok hoşuna gitmişti. Kudret Sabancı ve Ömür Atay’ı yapımcı önerdi. Selim Demirdelen’i ben davet ettim. Sonra da hep beraber konuşurken Yücel Yolcu’yu davet etmeyi akıl ettik. Uzun zaman masa başı çalışması yaptık. Ben nasıl bir şey istediğimi, ne hayal ederek yazdığımı anlattım. Sonra herkes kendi istediği gibi filmini çekti. Başladık. Zor bir süreçti. Ama biz 5 kişi çok iyi anlaştık. Tereyağından kıl çeker gibi bitti film. 6 hafta çekim süresi belirlemiştik, 6 hafta, 3 günde bitti. 3 gün gecikme de bizim dışımızda oldu. Kamera bozuldu ve oyuncu hastalandı.

Benzer bir proje daha gelse yapar mısınız, memnun kaldınız mı imece enerjisinden?
Çok mutluyduk aslında, çok da eğlendik öncesinde de, sonrasında da. Sonuçtan da memnunum fakat yıpratıcı bir süreç. Galiba bir tane yeter. Şimdi Barış Pirhasan’ın çok güzel bir projesi var. Henüz fikir aşamasında senaryo yazımı başlamadı. 7 ayrı kısa filmi bir araya getirecek bir proje düşünüyor. Sanırım o projeye katılacağım yönetmen olarak. Ortak bir tema çevresinde bütün hikayelerde istanbul’un olduğu hoş bir proje.

ümit5

KAFASINI BİR KURAMA TAKIP ONUN İZİNİ SÜREN OYUNCULAR SİNEMADA BAŞARILI OLAMIYOR.

Yakında yeni bir proje var mı?
Şimdi Gölgesizler’in yapımcısı Hakan Karahan yeniden bir şey yazmamı istiyor. Bir hikaye var gibi elimizde, onun üzerinde çalışıyoruz. Belki o öne geçecek. Gölgesizler’deki işbirliğimizden ikimiz de çok memnun kaldık. Ben yapımcıdan memnun kaldım, o da benden memnun kaldı. Dolayısıyla birlikte bir iş daha yapmak istiyoruz. Senaryo üstüne konuşuyoruz. Yazmaya daha yeni başladım.

Bunların dışında vaktim zamanım ve bol param olsa şu işi yaparım dediğiniz hayaliniz olan bir proje var mı?
20 senedir filan yani istanbul’a gelmeden öğrenciyken filan başlamış bir hayalim var Shakespeare’in “Bir Yaz Gecesi Rüyası’nı Türkiye’ye uyarlamak. Bir sahil kasabasında çekmek istiyorum, Türkiye’ye ve günümüze uyarlayarak. Sonra, Witold Gombrowicz’in ‘Pornografi’ adında bir kitabı var onu uyarlamak istiyorum. Borges’in iki hikayesi var. Biri, “Ölüm Ve Pusula”, bir gün mutlaka çekmek isterim. Diğeri de “Rezilliğin Evrensel Tarihi” kitabından bir hikayeyi mutlaka yapmak istiyorum. Böyle bir-iki hayalim var.

Nasıl besliyorsunuz kendinizi?
Resim ve genelde plastik sanatlara karşı hâlâ çok büyük bir ilgim var. Hemen hemen bütün sergilere gidiyorum. Yurt dışında sürekli müze geziyorum. Sanat tarihi üzerine okumak çok hoşuma gidiyor. Sanat eleştirisi okumak hoşuma gidiyor. Sinemadan daha çok edebiyattan besleniyorum. Bir yönetmene göre galiba az film izliyorum. Yani normal seyirciye göre fazla film izliyorum. Haftada 3-4 film izliyorumdur ama günde 2 film izleyenler var. Son zamanlarda hatta iyice azaldı. İzlediğim filmleri de hemen atıyorum hafızamdan. Çok film seyretmiyorum ama, çok okuyorum. Okuduklarım da daha çok kurmaca. 15 senedir daha çok ingilizce kitaplar okuyorum. Ve şiir de çok etkiliyor beni. Bir yandan müzik dinliyorum. İnternette çok dolaşıyorum. Televizyon seyretmiyorum ama bir çok televizyon dedikodusunu internetten öğreniyorum. Haberleri internetten izliyorum. Daha çok yabancı siteleri geziyorum.

Niye siliyorsunuz izlediğiniz filmleri hafızanızdan, etkilenmekten kaçınmak için mi?
Atmaya çalışıyorum diyince öyle keskin bir durum gibi anlaşılmasın. Bir filmden etkilenmek elbette mümkün ama edebiyattan da aynı oranda etkilenebilirsiniz. Okuduğun bir andan, duygudan, tasvirden de aynı şekilde etkilenebilirsin ve sonra bilmeden uygulayabilirsin. Çok da doğal bir durum. Resim için de geçerli. Yeni filmleri, anlatım tarzlarını takip ediyorum. Alfonso Cuaron var mesela. Ananı da (y tu mama tambien ) ve Great Expectations filmlerinin yönetmeni. Onun filmlerinde bu plan sekans olayını yeniden keşfettim. Bütün sahneler tek plan gibi gelişiyor “Ananı da” isimli filminde. Ondan çok hoşlandım ve uzun plan meselesine biraz merak sarmama sebep oldu. Onu reddedemem.

Çok beğendiğiniz isimler var mı oyuncu olarak?
Şener Şen’e çok hastayım çocukluğumdan beri. Onunla bir gün iş yapmak isterim. Milyarder’de aslında çalışmıştık. Filmin setinde de bulunmuştum, asistan olarak. Cem Yılmaz’a da hayranım. Serra Yılmaz’ı çok seviyorum. Gölgesizler’de Selçuk Yöntem’le çalıştık, hayran oldum oyunculuğuna. Taner Birsel’le çalıştık bence olağanüstü bir oyuncu. Altan Erkekli’yle çalıştım çok çok iyiydi.

Yazmayacağım ama Altan Erkekli’yi gerçekten beğeniyor musunuz?
Yazabilirsin, çok beğeniyorum.
Ben hangi projede izlesem oyunuyla girdiğim dünyadan uyanıyorum…
Anlat İstanbul’da izledin mi?
İzledim.
Beğenmedin mi?
En çok da orada beğenmedim...
Gölgesizler’de izlemeni tavsiye ederim. Gölgesizler’de değişik bir Altan Erkekli göreceksin. Ben çok memnunum oyunculuğundan. Çalışmasından ve aldığım sonuçtan çok memnunum. Yine çalışmak isterim.

İzlerim. Çoğu zaman oyuncuların performansları içinde bulundukları projenin yönetmenlerine bağlı olarak da değişebiliyor, haklısınız.
Çünkü sinema yönetmen sanatıdır. Tiyatro tam tersidir. Tiyatrodaki oyunculuk kuramları da bu sebeple çıkmış. Tiyatroda oyuncu sahneye çıkıyor ve iki saat boyunca seyirciyle başbaşa kalıyor. Onu denetleyen hiçbir şey yok aslında o anda. Halbuki sinemada her şey yönetmenin denetiminde olup bitiyor ve oyuncu bir plastik malzeme gibi. Düşünün ki, ayı ile film yapıyor adam. Ayıyı da oynatıyor, onu da izlerken duygulanıyoruz. Oyuncunun en iyisi yönetmene teslim olabilen ve malzemesini yönetmene açabilendir. Kafasını bir kurama takıp onun izini süren oyuncular sinemada başarılı olamıyorlar. Eğer yönetmenin elinden de kaçıyorsa, farklı farklı yerlere gidiyor. Oyunculuk yeteneği çok büyük bir yetenek. Çünkü kameranın karşısına geçince insanın kaşı gözü oynamaya başlar. Kamera karşısında sadece durmak bile büyük bir durumken bir de, “şimdi orada lafını söyle sonra kalk şurada dur, sonra tekrar kameraya dön, kameraya doğru gelirken şu lafı söyle oradan da şöyle bak” dediğiniz zaman bir oyuncuya ve bunu 5 tekrar, 10 tekrar yapıyorsan hepsinde aynı şeyi yapabilmek mekanik olarak çok büyük bir yetenek. Ama bunu yönetmene sunması ve teslim olması lazım bir oyuncunun yoksa başarısız oluyor işler. Ben aslında oyuncularla çok rahat çalışırım. Çünkü birincisi onları ışıktı, kameranın açısıydı gibi konulara hiç bulaştırmam. İkincisi ne yaptıklarını, karakterden onların ne anladığını görmek isterim. Daha sonra ufak müdahalelerle dışardan şekil veririm. Biraz kendileri yaratıyormuş gibi hissetmelerini sağlarım.

ümit6

GENÇLER GENELLİKLE HEMEN PARAYA DÖNÜŞTÜRÜLEBİLECEK BİR YÖNETMENLİK ŞEKLİ HAYAL EDİYOR.

Oyuncu da bu anlamda teslim olmak için yönetmene güven duymaya ihtiyaç hissediyor sanırım.
Evet, ama bazen de hiçbir şey açıklamadan şimdi sağa doğru bakın dediğimde onu da yapıyor olması gerekir. Alfred Hitchcock’la ilgili anlatılan bir hikaye vardır. Vertigo’da, Barbara Bel Geddes, James Steward’ın sevilisini oynar ve iç çamaşırı tasarımcısıdır. Dizayn ettiği bir sütyeni, James Steward kendi üzerinde dener bir sahnede. Ve kadının da gözlüklerinin üzerinden uzun uzun bir bakışı vardır. Yüzünde de çok hoş ve tuhaf bir gülümseme vardır. Güzel bir sahnedir. Kadına sormuşlar, “Siz nasıl böyle bakabildiniz, oradaki oyunu, duyguyu Hitchcock size nasıl anlattı?” diye. “Hiçbir şey anlatmadı. Şimdi başını biraz yana yatır ve gözlüğün üzerinden bak dedi.” demiş. Çünkü sinemada birçok şey peşpeşe geldiğinde ordaki durum zaten büyük bir oyunculuk gibi oluyor. Orada oyuncunun artık fazladan bir katkıda bulunmasına gerek kalmıyor. Bu da ancak yönetmenin kafasında olur. Oyuncunun bunun üzerine çıkmaya çalışmaması gerek. Bu anlamda yönetmene güveniyor olması lazım.

Size güvenmelerini nasıl sağlıyorsunuz?
Benim filmlerimde oynayanlar mutlaka en iyi kadın, en iyi erkek oyuncu ödülünü alıyor. Hepsi için kariyerinin en güzel rolünü oynamış filan gibi eleştiriler yazılıyor. Onun verdiği bir güven var. Bir de tatlı dil, güler yüz...

Çok prova yapar mısınız?
Bazı filmler var ki duygunun sette yaratılması daha etkili oluyor. Mesela 9 gibi. 9’da prova filan yapmadım. Doğrudan girdik ve çektik. Sadece oyuncuların rollerini ezberlemelerini istedim. Ara’da ise tam tersi oldu. Neredeyse 3 ay boyunca prova, ön hazırlık yaptık çünkü sahneler çok uzundu ve giderek yükselen bir temposu vardı. Sadece iki kişinin olduğu 11 sayfalık sahneler vardı. Oyuncuların da, hatta benim de, oradaki doğru durumun ne olduğunu anlayabilmemiz için senaryonun okunması lazımdı. 4-5 kere full okuma provası yaptık. İkili çalışmalar yaptık. Oyuncular aslında sinemada prova sevmiyor, ben de sevmiyorum. Çok ve ağır provalar yapınca sahnenin asıl duygusu ve heyecanı kaçıyor gibi oluyor. Ama bazı projelerde prova gerekiyor. Gölgesizler’de de yapmadık prova çünkü o manada teatral sahnelerimiz yoktu. Sahneler hep çekime, mekana, oradaki yoruma bağlıydı. Bir-iki kere okuduğumuz sahneler oldu, o da senaryoyu anlayabilmek içindi ama tam anlamıyla bir prova yapmadık.

Tam sahne çekilirken bir oyuncunuz, “Bi dakka ya, acaba şunu şöyle mi yapsak?” diyerek müdahale etse, dinler misiniz?
Hayır. Sette değişiklik yapmama taraftarıyım. Oraya gelene kadar set öncesinde yeterince konuşuyorum. Mesela Gölgesizler öncekilere gore büyük bir projeydi ama yine de günümüz azdı. 4 hafta süre koymuştuk. Dolayısıyla sette büyük değişiklikler, yeni provalar yapılamazdı. Oyuncunun oturması, herşeyin hazır olması lazımdı.

Gençlerle aranız nasıl?
Takip ettiğim pek çok genç arkadaşım var. Özellikle kısa film dünyasını yakından takip ediyorum. Birçok kısa film yarışmasında jüri oldum. Herhalde 3-4 sene içinde yapılmış bir sürü kısa filmi izlemişimdir. Aslında gençlerle daha çok anlaşıyorum sanırım “yaşlı” sinemacılara nazaran.

Parlak bir genç nesil görüyor musunuz, gelen var mı?
Kısa film dünyasından baktığımda oldukça yoğun bir durum var. Mesela bir yarışmaya 100-150 film katıldığı oluyor. Son olarak Nokia’ya 300 film katıldı. Ancak ülkenin şartlarından dolayı genellikle gençler hemen paraya dönüştürülebilecek bir yönetmenlik şekli hayal ediyor. Kısa film, aslında olabilecek en özgür alandır. Şiir yazar gibi sonsuz bir serbestlik mümkünken kısa film çeken bir sürü insan dizilere kliplere, reklamlara özeniyor. Kendisini bir an önce yönetmen olarak kanıtlayıp hemen profesyonel hayata atlama peşinde olanlar var. Ama bütün bunların dışında da birkaç tane çok güzel kısa film gördüm. Çok genç olmalarına rağmen özgün bir dil peşinde olan ve özgün bir hikaye anlatmak isteyen gençler tanıdım. Bu da umut veriyor insana.

Bulunduğunuz noktadan bakınca sizin kariyerinizin şekillenmesinde şans faktörünü nereye koyuyorsunuz?
Şansım çok yardım etti elbette. En başta sinemaya başladığım dönem açısından şanslıydım. Çok fazla film yapılan bir dönemdi. Çoğu da aslında video için yapılıyordu. Ama sinemada yönetmenlere deneysel işler yapma fırsatı da doğuyordu. İsimli yönetmenler senede 2-3 film çekiyordu. Çok üretken bir dönemdi anlayacağın. Bu dediğim özel tv’lerin olmadığı video filmlerinin egemen olduğu, sinemaya da çok insanın gitmediği bir dönemdi. 250 bin gişe yapmıştı bir film ve büyük övgü almıştı. Yılın rekoru 250 bin idi yani. Bugüne bakarsak, yeni gelen birisi için mesela senarist olarak başlamak çok zor. Sonra Atıf Yılmaz ve Leyla Özalp ile tanışmam büyük şanstı. Müjde Ar ile tanışmak şanstı. Müjde olmasa Teyzem o dönemin koşullarında çekilmesi çok zor bir filmdi. Hikayesi ağırdı, stili farklıydı. O dönemin sinemasının çok da hazırlıklı olmadığı bir hikayesi vardı. Sadece Müjde arkasında durduğu ve oynamak istediği için o film çekildi. Evet, bütün bunlara bakarsak şans yardım etti. Ama ben de gerçekten çok çalıştım. Çok çalıştım.

Zaten bu durumun altını çizmek istediğim için sordum. Şans verilmiyor diye dövünen gençlere bir özel detayı atlamamaları gerektiğini sizin hikayenizden anlatmak istedim. Şans tanınabilir de, siz ne kadar iyi ve çalışkansınız meselenin asıl kitlendiği nokta bu galiba..
Yani şu anda daha büyük bir rekabet varmış gibi görünse de, iyi olanın önü eskisine göre daha da açık. Hâlâ eli kalem tutan birisi özgün bir şeyler yazabiliyorsa bence önü çok açık. Ve kendi alanını yaratıyor olması lazım. Ben de bir şekilde kendi kendimi yarattım. Bana kimse otur Teyzem’i yaz, otur Hayallerim Aşkım ve Sen’i yaz diye sipariş vermedi. Kimse bana bu hikayeleri ısmarlamadı. Ismarlanmış senaryolarım da var elbette anlatmak istediğim o değil. Milyarder ısmarlamadır mesela. Ama kimse oturup “Ara” diye bir film yapılmasını beklemiyor. 9 diye bir film ben çekmesem yok. Ne anlatılanlar senden önce var, ne öyle bir talep var. 9, Türk Sineması'nda digital çekilip 35’ e basılan ilk film. İlk kez denendi. Benden önce buna cesaret eden kimse çıkmadı. Mini dv bir film çekilecek de, beş kuruşsuz sonra film olucak. Kendi mecranı yaratmak zorundasın. Bu da çok çalışarak oluyor. Teyzem’i kabul ettirene kadar çok çalıştım. Kabul ettirmeden önce 3 kere yazdım. Çekilmeden önce de 4 kere yazdım. O zaman bilgisayar yok yani yazılanı bilgisayarda düzeltmek gibi bir durum değil anlatmak istediğim. Fiilen de çok çalıştım, zihnen de. Arkadaşlarım gece eğlenmeye çıkardı, ben oturup deli gibi yazardım. Çok çalışmak lazım. O zaman şans faktöründen bahsetmenin de farklı bir anlamı oluyor.

Zaten doğal bir eleme geçirmeli sanata varan yol öyle değil mi? Sinema okulları yüz tane mezun veriyorsa, bu mezunların tamamının da “oldu” denilecek konuma gelemesini beklememek fazla romantik bir bakış olmaz mı?
Çok çalışır ve kendini disipline edebilirse, büyük bir yeteneği olmasa da yazabilir, dizi çekebilir ama sanatçılık başka bir durum elbette…

Sanatçılık başka bir durum elbette. Tam da bu noktada Ümit Ünal filmlerinin etkisini güçlendiren şeyin aslında sahip olduğu bu serin bakış olduğunu anladım. Hatta emin oldum. Bütün hikayelerinin öznelerinde sanki bu serinliğin yüzleşmeye izin veren hatırlanışı vardı. Zamanı yakalamayı denemek nasıl da beyhude bir çaba. Gözüm saatime takıldığında söyleşiye nokta koyma vaktinin geldiğini anladım. Uzaktan sesi gelen vapur düdüğü eşliğinde, martı çığlıkları, teneffüs zili ve çocuk çığlıkları arasında hatta karmaşamın tam da ortasında sığınağının penceresini sonuna kadar açan adamın sohbetiyle bana bağışladığı o serinlikte derin bir nefes alıp söyleşiyi bitirdim. Bana vakit ayırdığı için teşekkür ettim. Vedalaştık.

İstanbul'a kış iniyor. Hava soğuk. Gözünü kırpmadan bakabildiğin güneş, yalancı. Eski yıl, eski kaygular gidiyor, az kaldı. Öğrenmekten daha zor olanın öğrenmenin zaman aldığı olduğunu anımsayacağız, bu gidişle. Yüklerden kurtulmaya çalışacağız. Cam kırıkları üzerinde yürüsek de cesur olmayı, birbirimize güvenmeyi öğreneceğiz. Ne tuhaf! Her söyleşinin sonunda aynı fotoğrafın içinde buluyorum kendimi. Rolüm hep aynı. Gece, bir otobüsten inip, uzaktan cılız birkaç ışığın göründüğü, köpek havlamalarının duyulduğu köye doğru ilerleyen ketum bir gölge gibiyim. Hepsi bu!

Çok uzun oldu biliyorum.
Açık bir gök, ferah bir düş diliyorum hepimize...



••
Kapak Fotoğrafı: Ahmet Mocan
•• Set Fotoğrafları:




Oktay Ardos, Sercan Bozkurt



® Cihangir, Aralık 2008



.
www.golgesizler.com


Ana Sayfaya Geri Dön
.

14 Aralık 2008 Pazar

Ebru Akel: “Sunucu Ebru” bir karakter yaratmak gibiydi...

KAPAKEBRU



Onu ne zaman dikkatle izlemeye başladığımı düşündüm yol boyunca. Yarışma programlarında sergilediği performasların son demlerinden hatırlıyordum, daha gerilere gidemedim. Ve bir ekran figürü olarak dikkatle izlemeye başladığımda, kısa bir süre sonra yolunu değiştirmiş, dramalarda rol almaya başlamıştı. İlk Göz Ağrısı. Evet. Atv ekranlarında sadece 8 bölüm yaşayabilen iyi bir hikayeydi. Yine ve daima ilgimi çeken yönetmen Faruk Teber’in rejisini gözlerken bir yandan da onu izliyordum. Ancak Ebru Akel’in oyunculukla ilgili samimi isteği ve bir çabası olduğuna kani geldiğim asıl proje, Davut Güloğlu’yla birlikte rol aldığı Star tv dizisi “Tatlı İntikam” oldu. Absürt denemesi ya da romantik komedi benzeri bir şeydi ve Ebru Akel gibi “ekran perisi” için fazlasıyla riskli bir rol seçimiydi. Düşündüm, oyunculukla ilgili samimi bir talebi olmayan kaç kişi bu riskli rolü kabul ederdi ya da kaç kişi bu riski fark ederdi? İzledim. Proje çabuk kalktı ama, ben onu izlemeye devam ettim.

Blog için söyleşi dizisi yapmaya karar verdiğimde hazırladığım 10 kişilik listeye Ebru Akel de dahildi ve söyleşiyi ilk kabul edenlerden biriydi. Son filmi “Sıcak”ın çekimleri yeni bitmişti, vizyona yakın bir tarihte söyleşmeye karar verdik. Kasım sonunda tekrar irtibata geçtiğimde, geçiştirilmediğimi anladım. Söyleşi gününü saptadık. “Yarın Şirin’le randevum var, perşembe gününü de sana ayırayım istersen?” dediğinde legal medya kadar önemsenmenin tatlı gururunu da yaşamadım dersem, yalan olur. Buluşma yerine tam vaktinde geldi, bitmek bilmeyen enerjisi, neşesi ve gülen yüzüyle birlikte. Bakımlı. Göze batacak, kadın erkek her insanı rahatsız edecek kadar fit ve sağlıklı görünüyor. Sopayı taze yutup da spa’dan öyle çıkmış, o kokoş bakımlılığı değil anlatmak istediğim. Doğal ve kendinden emin genç bir kadın Ebru Akel. Neredeyse sıfır makyajla geldi söyleşiye. Her sorumu açıklıkla cevapladı. Bir kez bile, “bunu yazma..” demedi, cevap verirken tereddüt etmedi.

Kısacası her bakımdan keyifli bir söyleşiydi. Susup, uzun uzun yüzüne bakmak isteyeceğiniz bir dinginliği var gözlerinin, pozitif enerji denilen nanenin varlığına inanmakta zorluk çekiyorsanız, Ebru Akel’le tanışmayı denemelisiniz. Buyrun…

•Ekran yolculuğunuzun büyük kısmını kapsayan bir sunuculuk kariyeriniz var. “İlk Göz Ağrısı” sonrası oyunculukla ilgili ciddi bir derdiniz olduğuna“Tatlı İntikam”da izlediğim zaman kişisel olarak ikna oldum. Birçok açıdan riskli bir projeydi, belki yanlıştı ama o rolde abartılı bir komedi tiplemesi vardı. Bana göre cesur bir seçimdi. Nasıl geldiniz bu notaya?
Aslında bildiğim başka bir iş yoktu. Aldığım eğitim ve sonrasında, ailemden gördüğüm her şey beni bu noktaya zaten getirecekti. Bir gün avukat ya da doktor olmak üzere eğitim almadım. Sekiz yaşından itibaren konservatuarda 10 yıl profesyonel eğitim almış, dans etmiş, mimik, solfej, piyano eğitimi alarak yetişmişim. Yani görsel sanatların dallarından birinde bir iş yapacağım gün gibi aşikardı. Baleyi bırakmak zorunda kalınca da, tamam o zaman şimdi memuriyet yapayım, masada başında oturacak bir iş bulayım diyerek bu yönde bir kariyer seçimim olamazdı.

Yeteneğimi ve yoğrulmaya hazır her türlü malzememi önüme serip o doğrultuda bir şeyler yapmam lazımdı ve bu son derece iç güdüsel bir durumdu. Sanılanın ve bilinenin aksine de ben sunuculukla değil, oyunculukla başladım. Ama 20 yaşındaydım. Bir sürü dizide çeşitli roller oynadım. Bir sinema filmi denemem oldu. Bütün bunları yaparken de televizyondan gelen başka teklifler vardı, o teklifleri değerlendirdim.




Devamını buradan okuyun!

.



•• Vedat Ozan

® Cihangir, Kasım 2008


.

Ebru Akel: “Sunucu Ebru” bir karakter yaratmak gibiydi...

ebru1


KENDİMİ RÜZGARA KAPTIRIP BİR BULUT GİBİ ORADAN ORAYA SAVRULMADIM

Sunuculuk benim sahneye çıkma meselesine karşı duyduğum özlemimi giderdi. Danstan uzak kaldığım üzüntülü zamanların telafisi gibiydi. Sahneye çıkıyordum. Çoğunlukla da canlı yayında sunuculuk yaptım. Sahne üzerinde çok doğal olabildiğim ve gerekli hakimiyeti sağlayabildiğim için bana bir tür er meydanı, tiyatro sahnesi gibi geldi sunuculuk yapmak. “Sunucu Ebru” bir karakter yaratmak gibiydi. Bir süre sunuculuk oyunculuğun önüne geçti, evet. Ama severek yaptım ve hiç pişman değilim. Benim şansım yaptığım işin çok başarılı olması ve çok konuşuluyor olmasıydı. Her eve giren bir kızdım. Ne yapayım? Kusura bakmayın ben bunu kabul edemeyeceğim mi deseydim? Hayat onu getirdi ve yaptım. Önemli olan şu, bütün bunlar olurken kendimi rüzgara kaptırıp bir bulut gibi oradan oraya savrulmadım. Bütün bunlar benim oyunculuğum için yaptığım küçük alıştırmalar, yatırımlardı. Bir gün, bir noktada durup, oyunculuğa geçiş yapacağımı biliyordum. Ve bunu yaptım aslında.

• Durup, tamam artık yeterince alıştırma yaptım, hareket etme zamanıdır dediğiniz noktadan sonra neler hissettiniz ve ne tür yatırımlar yaptınız oyun kabiliyetinizi parlatmak için?

Yoğun olarak sunuculuk yaptığım zamanlarda da oyunculuk projeleri geliyordu ama değerlendiremiyordum. Oyunculuk yapmak istiyordum ama bir işi yaparken en iyi şekliyle yapmak gerektiğine inanıyorum. Ekranda iki iş aynı anda, aynı yoğunlukta yapmak ve her ikisinde de gerçek anlamda başarılı olmak mümkün değil. Ilk Göz Ağrısı mesela, çok inandığım bir hikayeydi. Ama aynı zamanda sunuculuk devam ediyordu. Bir kere teknik olarak bu tempo çok yorucu geldi. Gün geldi, iki saat uykuyla derbeder bir halde devam ettim hayata. Ama İlk Göz Ağrısı zamanında daha jenerik dönerken oyunculuğumla ilgili yazmaya başladılar. Çok iyi övgüler aldım ve karar verdim. Bu sebeple de durdum. Sunuculuk işini durdurdum. Daha az sayıda iş yapmayı göze aldım ve durdum. Yurt dışına gittim. Çok değerli bir hocayla çalıştım. Burada bir aktör koçum var. İpek Bilgin’le çalışıyorum ki, çok kıymetli bir oyuncu ve çok iyi bir hoca. Ablam zaten yanı başımdaydı. Bugün herhangi bir dizide oynasa, benim diyecek oyuncuyla yarışabilecek bir yeteneğe sahiptir ablam Deniz Akel. Çalıştım ve bekledim. Ve bir gün bu senaryo geldi. Çok beğendim. Kadının hüznü benim hüznümle örtüşüyordu. Çok üzüldüm Meryem’e ve çok da severek oynadım. Müthiş bir yolculuktu benim için umarım ömrüm oldukça buna benzer işlerin içinde olabilirim.

• Sıcak nasıl bir film oldu?
Şimdi ben çok büyük sözler söylemeyi hiç beceremedim. Özellikle kendi içinde olduğum işlerle ilgili... Pek de doğru bulmuyorum zaten büyük sözler söylemeyi. Beklenti, beklenti olarak kalmalı. Kendi adıma cevap vermem gerekirse, Meryem’in girinti çıkıntılarına ne kadar nüfuz edebildim, yansıtabildim bilmiyorum ama oyuncu olarak elimden geleni yaptım. Sıcak, her şeyden önce çok gerçek bir hikaye. Oyuncusu olduğum halde, filmi her izlediğimde içimin acıdığını hissediyorum. Aslında bir yolculuk hikayesi. Karakterlerin her birine eşlik eden büyük tutkular ve vicdan hesaplaşmaları var.

EBRU2

OYUNCU PLASTİK BİR MALZEME OLABİLMEYİ BECERDİĞİ ZAMAN VE KENDİNİ YÖNETMENE TESLİM EDEBİLDİĞİ ÖLÇÜDE BAŞARILIDIR.

• Beyazperde’de ilk başrolünüz. Dizi seti ve sinema seti arasındaki fark nedir?
O kadar büyülü bir durumki nasıl anlatılır inan bilmiyorum. 15 tane dizi yaptım bugüne kadar ama sinema seti gerçekten büyülü bir ortam. 35’lik dönmeye başladığı anda duyduğun o sesten itibaren biliyorsun ki, bu unutulacak bir durum değil. Aldığın nefes, durumu yansıtışın, söylediğin söz, derdini anlatma biçimin hepsi bir daha kaybolmamak üzere kariyer hikayenin bir kenarına not edilecek ve seninle birlikte yaşayacak.

• Yumuşak başlı bir oyuncu musunuz?
Söz dinlerim. Eleştiriye çok açığım. Kıvrak olduğumu düşünüyorum aslında. Oyuncu, plastik bir malzeme olabilmeyi becerdiği zaman ve kendini yönetmene teslim edebildiği ölçüde başarılıdır bence. Bu sebeple oyuncu yönetmen ilişkisi güven gerektirir. Bütün malzemenizi koşulsuz teslim edebildiğiniz ölçüde başarılı olabilirsiniz diye düşünüyorum.

• Yönetmenin tarif ettiğiyle zıt düştüğünüz anlar oldu mu?
Oldu tabii. Şöyle anlatayım bu durumu da, hikayenin yazılma aşamasından itibaren işin içinde oldum. Aslında Mayıs ayında Antalya’da bu filme başka bir senaryoyla başlıyorduk. Farklı bir hikaye ve oyuncu kadrosuyla çekimlere başlamaya hazırdık. Sonrasında bütün yaz boyunca hikaye değişti. Ve ben de yazarın yanındaydım. Aşağı yukarı her sahneyi bilip, yorumlama şansım oldu. Sete çıktığımda Meryem için çok hazırdım.

• Projenin bu kadar içinde olmanın doğru olduğuna inanıyor musunuz?
Bilmiyorum. Göreceğiz. İster istemez böyle gelişti ve benim için bütün bunlar çok iyi deneyimler oldu. Şu anda rahatsızlığım yok. Uzun bir süreç olduğu için sonrasında bu durumdan sıyrılıp, kendime dönüp kendimle ilgili karakter hikayemde yol alabildim. Sete çıktığımda avantajım fikren Meryem olarak hazırdım. Bu sebeple hikayenin bütün gelişimine hakimdim ama yine de yönetmenin görmek istediği hali doğru süzemediğim bir-iki sahne oldu. O zaman oturup konuştuk. Abdullah Oğuz oyuncu psikolojisinden çok iyi anlayan ve çok da iyi bir oyuncu yönetmeni olduğu için bunları aşmamız kolay oldu.

• İlk Göz Ağrısı’nda aksi önerildiği halde kendi dublajınızı kendiniz yaptınız. Bir çok oyuncu bu teklifi nimet farz edip, kabul ederdi. Halen dublaj kullanan ve iyi oyuncu olarak anılanlar varken siz neden kendinizi zorlamayı seçiyorsunuz?
Ama ben bunu nasıl kabul edebilirim? O dizide başrol oynuyorum nasıl beni bir başkası konuşabilir? Sesim benim enstrümanım, yüzüm, elim ayağım, bakışım gibi sesimle bir bütün halinde var olabilirim. Beni başkası seslendirecekse o zaman başkasını oynatsınlar. Evet, proje başlarken vakit meselesi yüzünden de dublaj önerildi ama kabul etmedim. Bir iş günü boşluk kazanacağım ama yapay bir sonuç çıkacak, mümkün değil. Çok da maceralı geçti hatta şimdi anlatırken gülerek anımsıyorum ama eziyetli ve yorucu oldu. İlk gün dublaja gittim. Evvelce dublaj yaptım ama daha küçük roller ve kısa sahnelerdi. Ve yorgunum da. Demin de söyledim ya, aynı anda birden fazla işi yapıyor olmak bu sebeple de sakıncalı işte. Dublaj yönetmenimiz de daha ısrarcı, daha iyisini almak için kararlı ve zorlayıcı biriydi. Ayrıca bana çok faydası oldu varlığı yolumu değiştirdi diyebilirim. Girdim, dublajımı yaptım. Dublaj yönetmeni, “İzle bak! Ne kadar güzel oynamışsın ama kendi oyununu aşağı çekiyorsun” dedi. Herhalde o anda bana bu cümleden daha ağır gelecek bir durum olamazdı. Dizide Cem Davran’la birlikte oynuyoruz. Hemen onu aradım. Kaldım ben burada, yapamıyorum dedim. Cem, dublaj stüdyosuna geldi. Girdi ve kendi sahnesini seslendirdi, bana da “izle” dedi. İzledim. Sabah 10.00’da dublaj stüdyosundaydım, öğlen sete döndüm. Kaseti aldım yanıma, boş vaktimde biraz çalışayım dedim. Gece 02.00’de tekrar dublaja girdim ve yaptım. “Sabahki kız gitmiş başkası gelmiş, nasıl oldu bu?” dediler. Ben biraz böyleyim sonradan açılıyorum. Balede de böyledir. Hoca bir hareketi gösterir, anladım dersin. Hayır, anlamazsın. Tekrar etmek zorundasın. Tekrar ederek anlar ve öğrenirsin. Bu yüzden prova yapmanın, bu yüzden tekrar etmenin, bu yüzden çok çalışmanın faydasına inanıyorum.

• Sinema filminde de sahnenin provasının yapılması gerektiğine inanıyor musunuz?
Şöyle, sahnenin kendisiyle ilgili değil, halin kendisiyle ilgili çalışıyorum. O hal aslında benim hangi halimdi, hangi halde olmalıyım o sahnede diye düşünüyorum. Tarif edeceğim hal, aslında benim hangi halimle örtüşüyor diye bir farkındalık geliştirmeye çalışıyorum. Bu farkındalığımı geliştirmek için çalışıyorum uzun zamandan beri. En doğal, en geçirgen olanı arıyorum. Ağlaman gereken bir sahneyi acılar içinde gülerek de oynayabilirsin. O esnada girdiğim fiziksel durumun, şeklin önemi yok. O halin, o anda bana nasıl geldiği önemli. İşte bu raddeye gelebilmenin alıştırmalarının mutlaka yapılması gerektiğini düşünüyorum. Sahneye bu anlamda hazır girmeye çalışıyorum.

ebru3

OYUNCULUK ŞİZOFRENİK BİR DURUM.

• Fiziksel ve ruhsal olarak nasıl hazırlandınız role?
Saçımın boyunu kısalttık ve rengini değiştirdik. Biraz daha zayıfladım. Hatta son sahnede kendimi gördüğümde korktum, iyice hayalet gibi olmuştum. Bu role hazırlanırken, beni tanıyan, benimle uzun zamandır çalışan, kendimi iyi ve ve konforlu hissettirecek hiç kimseyi, ailemi bile yakınımda istemedim. Yalnız kalmak, olacaklarla kendim baş etmek istedim. Tek başıma olmak istedim. Bir tür Meryem’in yalnızlığını yeniden kurdum etrafımda. Sette de böyleydim ve bu bana çok iyi geldi. Öncesinde de, sadece film izledim ve okudum. Oyuncu koçum İpek Bilgin’le günlerce, saatlerce çok zevkli çalışmalar yaptık. Bana verilen görevi o hikayedeki karakteri doğru bir şekilde geçirebilmek için elimden geleni yaptım.

• Sıcak, teknik açıdan da zor bir film olmuş. Web sitesindeki çekim notlarına baktım, galiba filmin kilit sahnelerinden biri olan yağmur altındaki kaza sahnesinde 80 ton deniz suyu kullanılmış…
Hiç bu kadar ıslanmadım hayatımda. Saçlarım günlerce kurumadı. Çok zordu. Soğuk, üşümek, ıslanmak, kurumak bunlar fiziksel şeyler önemli değil. Saçını kurutursun, çok üşüdüysen sıcak odada oturur ısınırsın, geçer. Zaten ekip bunu sağlıyor sana. Bunlar önemli değil. Ama kontrolünü kaybediyorsun. Bahsettiğin sahne zor ve çok şiddetli bir sahneydi. Yüreğin dayanmıyor. O sahne 3 gün, 3 gece sürdü suni yağmur altında. Toplamda bir hafta süren bir çekimdi. Sahne sonunda yanıma kimseyi yaklaştırmayıp hüngür hüngür ağladım. Böyle bir sürü sahne oldu. Zor ama çok zevkliydi. Sonucu görünce çektiğin bütün fiziksel eziyetleri unutuyorsun.

• İnsanlar, filmlerin perdede izledikleri sıralamayla çekildiğini sanıyorlar. Oysa karmakarışık bir programla gerçekleşiyor çekimler. Siz ilk hangi sahneyle başladınız çekime ?
Benim için çok zor bir sahneyle başladık. Yolda kadının kendiyle kalıp düşündüğü aslında tükenmeye başladığı hali çekiyorduk. Çok önemli bir sahneydi. Başını sonunu çekmeden bir durumun ortasını çekmek çok zor. Final sahnesini çektik mesela ve sonrasında finalin bir öncesindeki sahneyi çektik. Fakat ben bir önceki sahnede nereye geleceğimi tahmin edemediğim için sonrasındaki yolculuğa çok korkarak girdim. Oyunculuk şizofrenik bir durum. Sağlam değilsen çok başka yerlere gidebilirsin.

• Maalesef sektörde yapılan kimi işleri alkışlamaktan imtina eden bir grup var. Yani çok iyi bir iş çıkarmış olabilirsiniz ama yeterli alkışı almama riskiniz var. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Bu işin bedellerinden biri de bu zaten. Eleştirilmek. Beğenilmek, beğenilmemek. Önemli olan senin hayal gücünün ve iç dünyanın ürünü olan bir durumu kalabalıklara açma cesaretini göstermek ve bunu her sonuca rağmen tekrarlamayı istemek. Bu konuda da hazırlıklıyım. Ebru bu iş için çalışmış denilsin, samimiyetle çabaladığım anlaşılsın yeter diyorum. Ne diyeyim başka? Dünyanın da merkezine oturacak bir durum değil bu rolü Ebru’nun oynaması. Her şey benim için dönüm noktası. Burada seninle bu röportajı yapmam da, dün yaptığım söyleşi de, bu filmde bu rolü oynamam, önümüzdeki başka bir filmde oynayacağım başka bir karakter, yarın sunacağım başka bir program hep bir dönüm noktası. Televizyondan da yüzde yüz koparım gibi bir iddiam asla yok. Yılda en az bir tv programı yapmak istiyorum.

• Şimdi rotanız nedir?
O kadar sakinim ve dinginim ki… Oyunculuk yapmak istiyorum elbette. Uzak vadede bir sinema filmi projesi daha var. Keşke yılda en az bir sinema filminde oynasam diyorum. Televizyon için konuşulan projeler var ama, şimdilik bekliyorum.

• Kariyer planlamanızı kendiniz mi yapıyorsunuz?
Elbette danıştığım ve fikirlerini dinlediğim insanlar var hayatımda. Ama şöyle bir huyum var. Dinlerim. Anlamaya çalışırım ama sonunda mutlaka kendi içimin sesiyle karar veririm. Ama mutlaka fikir alırım. Iç güdülerimle bugünlere geldiğime inanıyorum. Yanlış da olsa kararlarımın da arkasında durur, o hatanın da bana getirileri olacağına inanırım. Önemli olan hata yapmamak değil, hatalı bir karardan ders almak sana katacaklarından zenginleşip büyümeni izlemek. Mesela “tatlı intikam” konusunda herkes hem fikir. Yanlış bir seçim. Başka aksayan şeyler de vardı. Fakat ben o role kendimi denemek için girdim. Benim seçimim. Ama bak, o dizi yüzünden sen bana karşı bir farkındalık çıkardın. Bu romantik bir avuntu değil. Senin üzerinde bu etkiyi yarattı. Zaten böyle böyle inşa etmiyor muyuz varlığımızı, hayatı? Ben mutluyum. Benim dünyam hep böyle baloncuk baloncuk!

Oyunculuk sebebiyle giymeniz gereken kılıkların “evimizin kızı” kavramıyla çatışmasından, şu anda size gösterilen sevgiyi kaybetmekten korkmuyor musunuz?
Hiç korkmuyorum. Sevgi bir tanedir. Tek taraflıdır. Gerçekten seven insanın da sevdiği insanın her halini kabulleneceğini biliyorum. Beğenmek başka bir durum. Beğenir ya da beğenmez o bir tercihtir ama sevmekten vazgeçmez diye düşünüyorum. Çünkü bir insanın sevgisini kaybetmenin gerekçeleri başkadır. Çok keskin manevralar, hatalar gerektirir. Oyunculuk çok uzun bir yolculuk. O gün geldiğinde, hangi zamansa o, iyi bir oyuncu olarak anılmak için çalışıyorum. Şu anda emekliyorum. Önümde çok uzun bir yol olduğunu biliyorum. Ama bilmediğim bir denize atlamadım. Yüzme bilmeden atlayıp debelenmiyorum. Bu uzun yolda çok randımanlı bir şekilde nefes aça aça gitmem gerektiğini biliyorum.

Birlikte çalışmak istediğiniz insanlar mesela bir rüya takımınız var mı?
Meryem’den sonra nasıl bir karakter karşıma çıkar ben nasıl karar verebilirim bilmiyorum. Çünkü Meryem benim mesleki farkındalığımı ve seçim kriterlerimi birkaç basamak birden atlattı. Şöyle söyleyeyim, Abdullah Oğuz’un olduğu her projeye çekinmeden girerim, bana görev düşerse elbette. Bunun dışında Reha Erdem’le çok çalışmak isterim. Televizyonda da aslında ben çok şanslıydım ve hep çok iyi, zeki yapımcılarla çalıştım.

EBRU5

BİRİNİN ÜZERİNE BASARAK YÜRÜYEMEM. ÇÜNKÜ NE EKERSEN ONU BİÇERSİN...

• Algılarımız, değerlerimiz farklılaştı ve dolayısıyla da sektör öyle tuhaf bir hale geldi ki, zaten olması gerekenleri maalesef ekstra hallermiş gibi görüp değerlendirir olduk.. Mesela sizin sette çok disiplinli ve tevazu sahibi bir oyuncu olduğunuz söyleniyor, özellikle altı çiziliyor bu durumun, öyle misiniz?
Hepimiz işimizi yapıyoruz. Kimsenin bir diğerine üstünlük satmasının gereği yok. Ben yemeğimi de gider kendim alırım. Çay da demlerim. Bekle, derlerse saatlerce beklerim. Oyuncunun egosu kendini beslediği gibi öldürebilir de, çok tehlikelidir. Bu benim işim ve işimi yapıyorum, gereklerini yerine getirmeye çalışıyorum. Ama elbette ben disiplinle işimi yapıyorsam karşılığını da bekliyorum. Aksi bir durumla karşılaşırsam eğer çok büyük tepkiler verebilirim ve beni tanıyamazsın. Mesela bir dizi setinde az kalsın ölüyordum. Beni gecenin köründe buz gibi suya atıp, bütün önlemleri aldık dedikleri halde, teknenin motorunu çalıştırıp beni girdaba kaptırırlarsa işin tadı kaçar. Bu bir ekip işiyse herkes işini ciddiye alacak. İstisnasız. En küçük suistimali kabul etmeyecek hallerle karşı karşıya kalabiliyoruz çünkü. İşte bu tür durumlarda da inan beni tanıyamazsın, o zaman avazım çıktığı kadar bağırırım elbette.

• Geçmiş olsun... Sektörün maalesef en önemli sorunlarından biri de “kaliteli işgücü” meselesi galiba değil mi?
Hem öyle, hem de haftada 90 dakika iş çıkarmak ve bunu uzun zaman devam ettirmek çok zor. Kaldı ki, biz oyuncuyuz. Sahnemiz bitiyor, gidip dinleniyoruz ve geliyoruz. Ama yönetmen, asistanlar teknik ekip hep iş başında. Kameraman, ışıkçı hep çalışıyor. Bütün ekip, maksimum mesai saatlerinde çalışıyor. Beden gücünün ötesinde insan üstü emek veriliyor. Ve sonucun da iyi olması bekleniyor. Çok talep var ve o talebi karşılayacak oranda kalifiye eleman olmadığı gerçeği elbette gün gibi ortada. Buna yönetmeni, oyuncusu da dahil. Sen 16 saat, 18 saat set yapıyorsun ama mesela vardiyalı teknik ekip kurabiliyor musun? Kurmuyorsun. Niye? Bilmiyoruz. Ee, o zaman ne bekliyorsun? Nasıl ortalamanın üzerinde sonuç alabilirsin bu şartlar altında, mümkün değil.

• Çok temiz bir zekaya sahip olduğunuzu düşünüyorum. Peki, hırslı mısınız?
Teşekkür ederim. Temiz zeka… Güzel tanımlama, hoşuma gitti. Benim sadece kendime zarar veren bir hırsım var. Kendimi hırpalıyorum. Didikliyorum. Eleştiriyorum. Kapatıyorum. Çabuk uzaklaşıyorum. Belki yıllarla biraz daha büyümekle ilgisi olabilir. Olgunlaşmakla ilgili olabilir. İçime dönüp dönüp sorgulamak, kendi farkındalığımla karşımdaki insanı da anlayıp onu da yakalamaya çalışmakla ilgili olabilir. Ben hırslıyım ama, başkalarına zarar vermeye çalışmam. Birinin üzerine basarak yürüyemem. Çünkü ne ekersen onu biçersin.. Bu lafın doğruluğuna inanıyorum.

• Gerçekten de çok sakin ve huzurlu görünüyorsunuz…

Yıllar içine ağır olmayı öğrendim. Eskiden daha aceleciydim. Hemen ana yemeğe geçmeye çalışmamak lazım. Sakinleşmek önemli, durmak, durabilmek çok önemli. Çok koşuşturmuşum. Bu sakinleşme hali iyi geldi bana. Kendimi bildiğimden beri çalışıyorum, kendi paramı kazanıyorum başka bir yaşama şekli de bilmiyorum. Türevlerimin dışında bir hayatım var. Belki bu yüzden ilişkilerim de daha gerçek. Daha sağlam, daha uzun süreli. Çok iyi bir ailem var. Taptığım iki insan var. Ne yılan gibi sokar sizi, ne taş gibi soğuktur hepsini görüyorsun durabilmeyi, sakinleşmeyi becerebilirsen.

Sanki hayatınızın bütün detayları ortadaymış gibi görünmesine rağmen aslında birçok kısmı da bilinmiyor…
Biliyor musun, ben röportaj vermeyi de sevmiyorum. Kendimden ödün veriyormuşum gibi hissediyorum. Her röportajımda kendimden bir parçayı bırakıp çıkıyorum. Çok özel bir durum. Bazen soruulan soruyu duyduğumda kendimle için için didişiyorum. Aslında ne öğrenmek istiyor olabilir bu soruyla, bu cevap kimin ne işine yarayacak diye sorup duruyorum kendi kendime.

Show dünyası mensuplarının hayatları kamuya açıktır ve merak ediliyor, diye savunuyorlar bu durumu…
Merak edilmek çok güzel bir şey. Sen mesela filmi merak ediyorsun, bulunduğum noktayı merak edip, beni fark ederek aslında bu kız ne yapıyor diye düşünüyorsun, soruyorsun, yazıyorsun. Aynı şekilde özel hayatımın da fark edilmesi ve merak edilmesi bu kadar doğal bence. Çünkü çok ortadayım, korunaksızım, apaçık duruyorum ortada. Çok normal. Merak edilsin. Ama benim bu merak edilenlerden ne kadarını paylaşmak istediğim önemli. Bu “aydınlatma” halinin ölçüsüne de ben karar veririm. Benim kararım. Özel hayatıma dair bilgiler konusunda çok da verici değilim. Çok renkli bir magazin malzemesi olmadığımın farkındayım. Mesela özellikle bu yaz çıkan haberleri görünce… İnsanın, şöhret denilen meseleyi ve bedellerini fark etmesini sağlıyorlar. Bakıyorum, yüzümün bile görünmediği bir fotoğraf var ve bir durum anlatılıyor. Naif ve gerçek bir duygu var ortada. Tamam Kabul. Meraklar giderilmeli, tamam giderildi. Ama bitmiyor. Bir de sözde anlatılan o duruma dışardan bakanın yorumu var. Onun peşinden benimle ve durumla ilgili konuşma hakkını kendinde gören bir sürü insan dökülüyor ortaya, yorumlar yapılıyor, üzerine laf söyleniyor. Bu donanıma, bu hakka nereden ve neden sahipsiniz acaba? Önce kırılıyorsun. Sonra uzaklaşıp bakıyorsun. Çıkıp cevap mı vermeliyim? Neden kendimi kirleteyim? Neden cevap verip zihnimi kirleteyim? Ona cevap vermekle uğraşacağıma gider iki film daha izlerim, iki satır daha okurum, seyahate giderim, içimi besler, senin benden kopardığını sandığın parçalarımı büyütürüm. Yaptığım, yaşadığım her şey bana ait ve bunun bedelini de ben ödüyorum. Kimse benim yerime bir şey ödemiyor. Yaşadığım, yaptığım her şeyin arkasındayım. Her işin, her duygunun, sorumluluğunu aldığım her durumun arkasındayım. Hep böyle oldum ve böyle olacağım.


Artık daha deneyimliyim. Konuşmak, her iki tarafı da yoran bir durum ve iyi bir röportajcı olmanın püf noktalarından birinin de "ne zaman duracağını bilmek" olduğunu nihayet öğrendim. Duracağın yeri sen belirlemelisin. Sorduğunuz her soruya cevap aldığınız için nezaketi elden bırakıp, kendinizi sohbete kaptırıp saatlerce konuşabilirsiniz aksi halde. Bu sebeple artık yorulmuş da olacağını düşünerek lafı bağlayıp, şöyleşiyi bitiriyorum. Dışarıda yağmur çiseliyor. Veda öncesi küçük sohbetimizle yorgunluk atıyoruz, hep birlikte.

Ebru Akel, söyleşilere katılan misafirlerimizin fotoğraflarını çekerek bana destek veren pek kıymetli dostum Vedat Ozan’ın bu sohbetin başından neredeyse sonuna kadar kadrajında kaldı. Aslında işin bu kısmını yazmayacaktım. Ama kaydı deşifre ederken 48. dakikada bile fonda “klik” sesi olduğunu duyunca o anı hatırlayıp, gülümsedim ve sizlerle de paylaşmak istedim. Bir kez bile yüzünü ekşitmedi, yeter demedi, sabırla fotoğrafçının memnun olmasını bekledi. İş bu sebeple, her ikimiz adına Ebru Akel’den bir kez daha özür diler ve teşekkür ederim.

Unutmadan, kendi adıma da Vedat Ozan’a bana ve bloga koşulsuz vakit ayırdığı için bir kez daha teşekkür ederim.





® Cihangir, Kasım 2008



•• Fotoğraflar: Vedat Ozan


.

Ana Sayfaya Geri Dön
.

27 Kasım 2008 Perşembe

Mahinur Ergun: Öldüğüm Ülkeden Mektuplar!


Uykuya yenilmemiş kahraman bünyeme bu kez ağır geliyor taksi şoförünün anlattıkları. Oysa her zaman dinlerim, baba mesleğimin mensuplarını can kulağıyla. Bu kez dikkatimi veremiyorum. Beşiktaş’a doğru kıvrıldığımızda trafikle burun buruna geliyoruz, sabahın bu erken saatinde. Sigara içmek için izin istiyorum, biraz da radyonun sesini kısmasını. Kabalık etmemek için anlattıklarını dinler gibi görünüyorum. O arabasını geceleri teslim ettiği şoförün başından geçen küçük kazayı anlatıyor, ısrarlı. Çamaşır ipine mandalla bağlanmış bir uçurtma gibi koca şehrin sınırları içinde filizlenen o küçük şehirlerden birine doğru gidiyorum. Günlerden cumartesi. Mevsim kış başı. Hava dokunsan ağlayacak. Trafik kara bir canavar gibi peşimizde, buluşma saatimize yarım saat var.

Esnaf, kapı önü sulama törenlerine yeni başlamış. Sora sora buluşacagımız Café’yi buluyorum. Gözlerimde uykusuz gecenin soğukluğu var. Kafam pek normal çalışmıyor, bu sebeple olmalı. Büründüğüm öykü avcısı halimden sıyrılmaya çalışarak ıslak merdivenleri adımlıyorum. Kapının önüne çıkardıkları şık bambu oturma takımları boş. İçerisi de boş sayılır. Cam kenarına yakın iki kişilik bir masada gazete okuyan bir kadın ve servis kapısına yakın oturarak bilgisayarıyla haşır neşir olan genç bir adamdan başka hiçkimse yok ortalıkta. Boş masalardan bir tanesine oturup, yerleşiyorum. Bir sigara daha yakıyorum ve “10 dakika gecikebilirim.” mesajıma rağmen 15 dakika erken geldiğimi haber vermek için telefonuma uzandığım anda adımı duyuyorum. Pencere kenarında oturup gazetesini okuyan kadın bana gülümsüyor. Ne hoş bir merhaba. Böyle hayal etmemiştim. Erkenden buluşma yerine gidecek, çayımı yudumlarken kapıdan onun girişini tahmin edecektim. Yerleştiğim masadan aceleyle toparlanıyorum. Oynadığım bütün tahmin oyunlarını kaybettiğimi biliyorum. “Merdivenlerden çıkarken gördüğümde anladım sen olduğunu” diyor elini uzatırken, gülümsüyorum.

Bizi bir araya getiren tesadüfü düşünüyorum. Blogda yazdığım “Son Bahar” yazısına blog okuru Ninova’dan gelen bir yoruma cevap yazarak, “en iyisi bir söyleşi talebinde bulunup kendisine sorayım” demiştim. Ertesi gün çalan telefonumdaki ses, en taze dostumun sesiydi ve “Mahinur’la söyleşi yapmak istiyormuşsun. Kabul ediyor. Telefonunu veriyorum, not et.” demişti. Kayıt düğmesine basmadan çok önce söyleşmeye başladığımızı fark ediyorum. İzin isteyip telefonumun ses kayıt tuşuna basıyorum. Sonradan telefonumun kitleneceğini, kayıtların uçup gideceğini, iki saatlik konuşmadan ve sohbetten zihnimde kalanları kâr sayacağımı o anda bilmiyorum. Kahve içiyor, çay içiyorum. İkimiz de sigara içiyoruz. Bu söyleşinin çok yerinde, benim yaktığım her sigarayı takip ederek onun da sigara yaktığını görüp, tuhaf bir sorumluluk hissediyorum. Daha az sigara içmeyi deniyorum. Beceremiyorum. Lafı döndürüp, dolaştırıp “az görünür” olma haline getiriyorum.

“Görünmeyi sevmiyorum. Basından hep uzak durdum. Aramızda sorun olduğu için değil. Aksine birbirimizi çok severiz. Ama ortalıkta olunca ilgi insanı aptallaştırıyor. Kendine başkalarının gözüyle dışarıdan bakmaya başlıyorsun. Algın bozulmaya başlıyor. Çok iyi bildiğin “kendin ” bilgisine saçma sapan eklemeler yapmaya başlıyorsun. Öyle olduğuna inanıyorum. Fazla şaşkın bakmanı sağlıyorlar kendine ve kendini sindirme ihtimalini yok ediyor. Böyle iyiyim. Birkaç röportajım vardır. Onların dışında senelerdir basınla hiç konuşmadım.”

.


Devamını Buyrun Buradan Okuyun!



.
® İstanbul, kasım 2008


.

Fotoğraflar Mahinur Ergun'un özel arşivinden alınmıştır.


.

Mahinur Ergun: Öldüğüm Ülkeden Mektuplar!


HER AY BİR KISA FİLM ÇEKİYORDUK. YAZDIKLARIMIZI ÇEKİP SONRA DA EVDE GALASINI YAPARDIK.


Mahinur Ergun’un mesleğe başlama hikayesini dinlerken ister istemez bu sektöre yeni giren genç insanların yılgın hikayelerini hatırlıyorum. “Ne istediğini bilmek”… Bu cümle onun ağzından çıkan sözcükleri bir araya getirince yeniden şekilleniyor hatta renk değiştiriyor. Sancısını, neşesini, edindiği melodileri, sokağın çağrısını nicedir parmak ucunda gezdiriyor, biz de tadına bakıyoruz. Her saniyesini deneyime çevirmiş, umutsuzluk yerine ilham veren bir hayat hikayesi dinliyorum. Kıyıda boş bulduğu bir kayığa atlayıp, tek başına yine, olanca narinliğiyle ama güçlü çekerek kürekleri uzaklaşıyor öyküsü benzerlerinden.

“Ankara’da okudum. Okulu bitirdim, istanbul’a geldim. En kolay reklam sektöründe öğreniliyordu bu işin mutfağı, hemen bir reklam ajansında iş buldum. Pars McCann’de çalışmaya başladım. O zamanlar küçük bir grubumuz vardı. Hepimiz başka işlerde çalışıp para kazanıp sonra da senaryo yazıp, kısa filmler çekiyorduk. Çok güzel bir ekiptik. Her ay bir kısa film çekiyorduk. Yazdıklarımızı çekip sonra da evde galasını yapardık . Her biri çok iyi yerlerde şimdi o ekibin üyelerinin. Sonra biz ekipçe Sinan Çetin’le çalışmaya başladık. Ben asistanıydım. Önce senaryo yazıldı. Benim için birkaç okula bedel bir dönemdi o deneyimi yaşamak. Sinan müthiş bir hocadır. Sonra uçsuz bucaksız bir tuz çölüne çekime gittik. Büyülü bir zamandı. İlk kez orada ‘bir dakika dedim’ kendi kendime, bu işin ne kadar ağır ve meşakkatli olduğunu gördüm. Reklam dünyasının şartlarıyla, sinemanın şartları o zaman çok farklıydı. Reklamın imkanları, bütçesi, olanakları sinemada yoktu. Fakat sinemada da hiçbir değer birimiyle ölçülemeyecek bir insan emeği vardı. Yeşilçam geleneği. Şartlar çok ağır. O zaman da her zorluk insanın sabrı, fedakarlığı ve gücüyle aşılıyor. Durdum. Gidip hemen film yapmalıyım duygusu yerleşti içime. Setten kaçıp kısa asistanlığıma son verdim. Video filmler furyası vardı. Reklam piyasasında çalışıp ilk filmim için biraz para biriktirmiştim. Sinan’ın yardımıyla kadroyu kurdum. Oyuncuları ikna etmeme yardım etti. Görüntü yönetmenim Uğur İçbak’tı. Uğur 2. sınıfta öğrenciydi o zaman. Filme başladık ve iki gün sonra para bitti.! Kaldık ortada. Set durdu. Bir çıkış yolu bulmam lazım. Atıf Yılmaz geldi aklıma. O zaman bir yapım şirketi var Atıf Bey’in ve video filmler pazarlıyor. Fakat ben hiç tanışmamışım Atıf Yılmaz’la aksi gibi tanıyan birilerini de tanımıyorum. Kalktım, adresi bulup ofisine gittim. Oturdum karşısına. “Ben iyi bir yönetmenim ve iyi bir film çekiyorum. Param bitti. Set durdu. Siz de yönetmensiniz bu durumu en iyi siz anlarsınız. Filmimi alın” dedim. Şöyle bir baktı bana sonra ortağını çağırdı. ‘Cengiz’ dedi, ‘bu film iyi bir film olacağa benziyor. Bunu alalım, hemen de listeye koyalım.’ dedi. Anlayacağın, rahmetli de deliydi biraz benim gibi. Bir yandan da gözümün içine bakıyor, ‘ iyi bir film olacak değil mi?’ der gibi. Bitmemiş bir filmi aldılar. Bitmemiş bir filmi sattım. Karşılığında çekler aldım. Sete gittim. ‘Filmi sattım’ dedim, başladık. Tabi çekler vadeli. Para var sayılmaz.. Tanıdıkların evinde, bizim evde çekiyoruz. Oyuncular benim mutfakta makarna falan yapıyor. O küçük video film bana 35 mm. filmlerime yatırım yapacak prodüktörleri getirdi. Önce Gece Dansı Tutsakları, sonra ”Med Cezir Manzaraları”nı ve ardından Ay Vakti..."

Med Cezir Manzaraları… Eskilere, en eskileri gidip hatırlamaya çalışıyorum. Ankara Film Şenliği'nde En iyi film seçilen, Mahinur Ergun’a En İyi Yönetmen, Zuhal Olcay’a En İyi Kadın Oyuncu, Kadir İnanır’a ise En iyi Erkek Oyuncu ödülünü kazandıran film. Sene 1989... O yıllar için cesur bir senaryo, riskli oyuncu seçimi ama iyi sonuç… Aynı yıl, Roger Donaldson’un çektiği, Kevin Costner ve Sean Young’un başrollerini paylaştığı efsane film, “NoWay Out” vizyona girmiş. Benim ise karmakarışık zamanlarım… Usulünce söylenen bir eski zaman şarkısı gibi, hayat hikayesini anlatan efsunlu sesini dinliyorum. Kayıt aletini kapatıp, bu söyleşiyi bitirip, hiç kimseye anlatmadığımı bir çırpıda anlatıp, hiç susmadan, ne varsa bana ait önüne sermek istiyorum. Ve itiraf etmeliyim, en az iki kez hayat hikayemi anlatmanın kıyısından dönüyorum. Sözcükler ipi kesilmiş balonlar gibi uçuşuyor. Sonra da tütsü dumanlarına benzeyen kendi patikalarının içinden yürüyüp kendi izlerinden uzaklaşıyorlar. Onlar gitgide uzaklaşırken, siz bıraktıkları bu renkli izlerin peşinde tıknefes oluyorsunuz.

“Sonra bir televizyon kanalının tanıtım bölümünde çalışmaya başladım. Tanıtım çekip, para kazanıyorum. Boş zamanlarımda da senaryo yazıyorum yeni filmlerim için. Senelerce bu tempoda çalıştım. Bulduğum her boş anımda senaryo yazardım. Bir gün jenerik tasarımı yapan bir arkadaşım “seni biriyle tanıştırmak istiyorum birbirinize çok benziyorsunuz” dedi .Ve Tomris Giritlioğlu ile tanıştırdı. Tanıştık. Gerçekten de çok sevdik birbirimizi. Çok da iyi arkadaş olduk. Ağlayarak birbirimizin ilk filmlerini falan izledik. Bir araya geldiğimizde, sohbetlerimizde hep birlikte bir şeyler yapalım diyorduk. Sonra bir proje oluşmaya başladı kafamızda yavaş yavaş. Tomris o zamanlar Trt’deydi. Gümüşlük’te bir sokak var. Adı, ‘balık tutan şaşı kedi çıkmazı’. Bir tatilde Tomris’le o sokaktan her geçişimizde adına bakıp, gülüşmüştük. “Şaşıfelek Çıkmazı” adı da böyle çıktı. Hem yazıp, hem yönetiyordum. Çok güzel bir işti. Şu anda o kadroyu yeniden kurmaya kalksan, bütçe yetmez.

• Üzerinden o kadar zaman geçmesine rağmen unutulmamış hatta ciddi fanatikleri olan bir proje Şaşıfelek Çıkmazı, yeniden çekilemez mi?
Bir kere yeniden yapmaya çalıştılar. Hatta bana “günlük dizi” olarak geldi teklif ama cast o kadar pahalıydı ki artık, bir araya getiremediler. Yeni bir oyuncu kadrosuyla da çok doğru olmayacaktı. Bazen düşünüyoruz, Fikret Kuşkan’la konuşuyoruz. Yeniden başlamışız. Cesur büyümüş, çoluk çocuğa karışmış ama hala aynı deli Cesur. Fakat Şaşıfelek Çıkmazı bugün için yeniden çalışacak bir hikaye değil gibi geliyor bana. Belki de yapılsa bugün sevilmez. Her çağın yeni halleri var. O zaman insanların ihtiyacı, özlemi o kalabalık aileyi, aile fertlerinin birbirine kenetlenişini, o dayanışmayı görmekti. Şimdi ihtiyaçlar çok farklılaştı.

ESAS OLAN İNSANLARIN KENDİNE OLAN İNANCIDIR.

Birlikte çalışırken inandığınız insanlara zamanla çok bağlandığınız ve onların önünü açacak imkanlar yaratmaktan çekinmediğiniz anlatılır. Şaşıfelek Çıkmazı’nda bir yerden sonra Çağan Irmak’a sahne değil bölüm bile çektirdiğiniz anlatılır, doğru mu?
Çağan çok çalışkandır. Tanıdığım en çalışkan insanlardan biridir. Durmadan yazardı. Yazdıklarını okuturdu. Zorla hatta. Birini okumayı bitirmeden başka bir şey yazar verirdi. Bu kadar çalışkan ve istekli birine destek olmak gerekir. Piyasada yönetmen olabilmek için belli bir deneyim sahibi olmak ön şart olarak getiriliyor. Nasıl deneyim kazanacak genç insanlar? Bölüm çekerek elbette. Numaradan ateşlenirsin işe gelemezsin ve asistanın o gün çekim yapar! Böylece yapımcıya gösterebilecek sahneleri olur. Çağan bir süre benimle asistan olarak çalıştı ve son dönem onüç bölüm sanıyorum, yazar- yönetmen olarak götürdük. Birkaç tane böyle şu anda çok iyi yönetmen olan asistanım oldu. Destek vermekle ne kadar haklı olduğum da ortaya çıktı. Asmalı Konak’ta “horoz konağa bakar ve çok sinirli öter..” yazdığımda ve yayında bunu inanılmaz bir doğrulukla çektiğini gördüğümde acaip sevinirdim. Senaryomun bir damlasını ziyan etmezdi. Şu da çok önemli, ne olacak ki ben herkesin önünü açarım imkanım varsa günümün yarısı onun bunun için uğraşmakla geçer ama bir işi almak isteyen kendisi alır aslında. Esas olan insanların kendine olan inancıdır. Bu inançtır insanların yollarını açan, yeni yollar açan. Sen ne yapsan boş. Gerisini getirmek önemli. Sadece çalıştığım insanlara değil yazdığım karakterlere de bağlanırım ben. Çok sevdiğim karakteri öldürmem gerektiğinde sarsılırım.

Bir projenin başarılı olabilmesinde en büyük payın hikaye ve senaryoya ait olduğu söylenir. Sonra oyuncu ve yönetmen gelir diyorlar, katılıyor musunuz bu sıralamaya?
Katılmıyorum. Herkesin payı çok eşit oranlardadır bence. Sadece bu saydıkların değil yapım kalitesi de çok önemli. Mesela kadroyu oluştururken yani oyuncu seçiminde senaristin de, yönetmenin de oyu oluyor. Ama bazen de günlük akış içinde senin hiç haberin olmadan bir oyuncu seçimi yapılması gerekiyor. İşte o noktada aynı yerden baktığın insanlarla calışmak lazım. Aynı rengi seven insanların bir arada çalışmasında fayda vardır. Aksi halde düzey farkı olmaya başlıyor ve inandırıcılık kopuyor. Bir projenin sağlıklı sürebilmesi için bütün öğelere düşen payın çok eşit yüzdelerle dağılması gerektiğine inanıyorum. İyi yönetmen kötü yönetmen, iyi yapımcı kötü yapımcı, her türlü bileşimi yaşadıktan sonra söylüyorum ki, bütün ayaklar düzgün olduğu zaman çok iyi işler çıkıyor. Mesela hikayede kötü bir yönetim olduğu zaman anlam çıkmaz. Çünkü yönetmen sizin hikayenizi görsel olarak tekrar yazıyor. Eksik yazdığı zaman ya da başka türlü yazdığı zaman, oradaki bir cümleyi başka türlü yorumladığı zaman, sahnenin gerçeklik duygusu kayar. Işık yanlışsa, o ana uymayan bir mekan seçilmişse ya da bir sahne yazdın ama kötü bir müzik koydularsa, o sahnenin bütün büyüsü çöker. Çok başımıza geldi. Müziği değiştirdik mesela ve bambaşka bir durum oldu. Jenerikten itibaren başlıyor bu iş. İnsanların birbirinin ciğerini bilmesi lazım. Birbirleriyle rahat iletişim kurabilecek, takım ruhu taşıyan insanlar lazım. Ekip olabilmek o kadar önemli ki. Öfkeyi, alınganlığı, küsmeleri, ‘ben yaptım’ gibi söylemleri asla kaldırmaz bu iş. Omuz omuza gitmek lazım. Karmaşa ve huzursuzluk kapıdan girdiği anda biter o iş. Hikaye,yönetmen, oyuncular herkesin payı bana göre eşit. Hatta hepsinin arasında mükemmel bir uyum ve anlaşma olmalı. Ancak o zaman güzel bir iş çıkabilir. İyi hikaye olacak, iyi bir senaryo yazılacak, iyi oyunculardan kadro kurulacak ve iyi bir yönetmen çekecek ancak o zaman unutulmaz iş sınıfına girer bir proje.

Oyuncular size karakterlerinin hikayedeki paylarını, geleceğini soruyorlar mı?
Kibarca soruyorlar elbette, beni görürlerse. Haklılar da sormakta. Çünkü biz insanlara 30 bölümlük öyküler verip davet etmiyoruz projelerimize. En fazla 3 bölüm okumuş ve kalanını da ağızdan dinlemiş oluyorlar ve merak ediyorlar. Yazarken çeşitli virajlar alınıyor. Reytingden geliyor bu viraj, yapımdan geliyor, kanaldan geliyor. Oyuncunun güvenli olma hali sarsılıyor bazen. Ne oluyorum diyor ve soruyor. O zaman anlatıyorsun, biliyorsan. Bazen bilmiyorsun o zaman atıyorsun. Bazen ona anlatırken yazıyorsun. Aklına bir şey geliyor ya da oyuncu iyi bir fikir veriyor. Eskiden çok yapardım. Hem yazıp, hem yönetirken neredeyse bölümü sette yazıyoruz gibi olurdu. Çünkü herkes kendine uzun zaman ayırıyor, sen herkese zaman ayırıyorsun. Oyuncuların kendi karakterleri hakkında ne düşündüklerini bilmek iyi bir malzemedir senarist için. Halen bazen yapıyoruz, ne istiyorsunuz hadi anlatın diyoruz.

Devamlı çalıştığınız bir yazar grubu var mı, hep aynı ekiple mi yazıyorsunuz? Değişik yazarlarla birlikte yazıyorum. Çok uzun zamandır yazdığım için epey değişik yazarlarla yazdım. Kızımla yazıyorum zaman zaman. Ekibin en değişmez parçası Deniz Ergun aslında. Ama Deniz yönetmen oldu. Onunla Limon Ağacı’nda yazar yönetmen olarak çalıştık mesela. Ama arada çalıyorum onu ve birlikte yazıyoruz.

SENARİST, EDEBİYATÇI, SİNEMACI BUNLAR CİNSİYETSİZ İNSANLAR

Kadın yazar / erkek yazar ayrımına nasıl bakıyorsunuz?
Bence bir kitap kapağında, sinema filminin ya da dizinin jeneriğinde adı yazmasa onu kadın mı, erkek mi yazmış hatta Çinli mi, Türk mü yazmış bilemezsin. Belli bir kalitenin üzerindeki işlerde bu ayrıma varılamaz. Senarist, edebiyatçı, sinemacı bunlar cinsiyetsiz insanlar. Daha özel bir şekilde hayata bakan ve üreten insanlar. Başka bir boyutta üretiyorlar. Onların izini süremezsin. Elbette maço erkek ya da yapışkan duygusal kadın ürünleri de var ama belli bir seviyenin üzerinde üretilmiş kalbur üstü işlerde bu izi süremezsin. Ben süremiyorum, en azından öyle söyleyeyim.

Şu anda sürenler dışında yeni projeler var mı gündeminizde?
Tomris Giritlioğlu için yazdığım bir uyarlama senaryo var. Kül ve Ateş. O yayına girecek Şubat’ta. Benim bir projem var. Biraz Şaşıfelek tadında. Görüşmeleri sürüyor. En son Tudors’u izledim ve çok beğendim. Bizim Osmanlı saraylarını yazsak her halde çok sevilirdi diye düşünüyorum, zaman zaman. Sarayların soğukluğunu filan yazacaksın. Büyük ve soğuktur ya.. Büyük bütçeler lazım tabii. Ben televizyonda bu tür hikayeler görmek isterim. Trt yapabilir bu tür büyük prodüksiyonları mesela. Yapsa, bütün dünyaya satabilir. Herkes izler. Büyük düşünüp girilmesi lazım aslında. Dünya çapında yapılan bir iş niye satılmasın?

Dönem hikayesi seviliyor ama çoğunlukla ‘sesli tarih romanı’ izleme eğilimi var bizim seyircimizde..
Bu korku perdesi ortadan kalkarsa, geçmişimizden korkmak yerine, bize sunulandan başka bir şeyler de olmuş olabileceği gerçeğini kabullenirsek eğer, o zaman dönem hikayelerine daha ilgiyle ve keyifle bakmak mümkün olacaktır diye umut ediyorum.

Sinema filmi çekecek misiniz?
Evet. Kendi filmimi yapacağım. Üzerinde çalıştığım bir senaryo var. Adı “Öldüğüm Ülkeden Mektuplar” Durmadan yazıyorum, bozuyorum. Bitti dediğim anda filmimi çekeceğim.

Son Bahar’ı neden devraldınız ve bıraktınız? Bu soru aynı zamanda sizinle beni de buluşturan tılsımlı bir soru biliyorsunuz…
Faruk Turgut çok eski dostum ve o benden bir şey isterse yaparım. Ben de bir şey istersem o yapar. Birlikte çok sayıda iş yaptık. Bazen bir proje başlarken ben dolu oluyorum, sonra şartlar değişiyor. Bırakmadım, ara verdim birkaç bölüm sonra tekrar devam edeceğim. İşlerim vardı. Şirketin oluşturduğu bir ekip sürdürdü. Ocak tatilinde yeni döneme yeni öyküler yazıp yola devam edeceğiz.

Nelerden besleniyorsunuz?
Bir kere çok film izlerim. Durmadan film izlerim. Film festivallerini mutlaka takip ederim. Festivaller müthiş bir kaynak. 20 günlük bir festivalde 50 tane yönetmen tanıyorsun. Bir seansa gidiyorsun ve mükemmel bir yorum, yeni bir bakış yakalıyorsun. Çok kitap okurum. Mesela Paul Auster ne yazarsa okurum. Dönem dönem taktığım yazarlar, yönetmenler olur. O kadar çok okuyup, film izliyorum ki, bir ara unutmamak için sinema defteri tutmaya başladım. Not alıyordum yönetmenlerin isimlerini filan sonra bıkıp bıraktım. Bir yazarın bütün eserlerini toplu olarak okumayı severim. En son Mario Levi’nin bütün kitaplarını aldım ve okudum. İhsan Oktay Anar mesela, becerebilsem onları sinemaya çekmek isterdim.

Tıkandığınız, hikaye üretemediğiniz anlar oluyor mu yazarken, o anlarla nasıl başa çıkıyorsunuz?
Sürekli oluyor. Olmaz mı? Atlıyorsun o kısmını, başka bir öyküye dalıyorsun. Etrafında dolaşıyorsun bir süre. Bazen sonundan başına doğru gelmek faydalı olur. Nereye varacağını bilmek iyi oluyor. Sinema için yazarken daha kolay tabii bunu aşmak. Çok uzun zaman ayırabiliyorsun. Yeterince süren var. Bazen bırakırsın, bir ay sonra döner yeni bir gözle, beslenmiş olarak oturur yeniden yazarsın. Ama televizyona yazarken mümkün değil bu süreleri kullanmak. Neticede haftalık bölüm yetiştiriyorsun. Bu sebeple dizi yazma sürecinde hastalıklı bir hayatın oluyor. Sende olan herşeyi veriyorsun, döküyorsun sende bir şey kalmıyor. O yüzden de sporcu gibi, durmadan egzersiz yapmak lazım. Koşucu gibi, antremanı bıraktın mı o mesafeyi rahat alamazsın. Nefes açar gibi zihnini durmadan çalışır halde tutman lazım. Beyin faaliyetini bıraktın mı, yazamıyorsun. Son on senedir eskiye oranla birazcık daha rahatım. Belli günler ayırdım kendime yoksa hayata zaman kalmıyor. Haftanın belli günleri yazıyorum. Çok az uyuyorum. Sabah çok erken kalkıyorum. Saat altı dedin mi ayaktayımdır. Öğlen oldu mu bir sürü işimi bitirmiş olurum. En zor kısmı bu. Tıkanıyoruz elbette. Yazamıyoruz. Bu tıkanıklığı aşamazsak, o zaman beni de işten kovuyorlar zaten ..

Gülüyoruz. Başlangıcından, son anına kadar gülümseyen çok neşeli bir söyleşi oluyor. Paha biçilemez bir neşesi var sohbet ortaklığının. Güneşli bir havada sırt üstü çimenlere uzanıp geçen bulutlara isim takmak isteyebilirsiniz birlikte. Sohbet ederken, uzun zamandır tanıdığınız, çok samimi olduğunuz, her sırrınızı bilen bir arkadaşınızmış gibi yakınlaşmanıza izin veriyor Mahinur Ergun. Tehlikeli bir izin bu. Yani ön şartsız teslim ediyor samimiyet ipini elinize de, siz ister boynunuza geçirirsiniz, ister belinize bağlarsınız, seçiminize hiç karışmıyor.

Ne yazık ki söyleşiyi fotoğraflarla süsleyemeyeceğim. Kimliğime dair yaptığımız anlaşmanın bir diğer maddesi de “fotoğraf” konusuydu. Poz vermeyi sevmediğini söylediğinde ısrar etmiyorum. Bu söyleşiyi görsel tarihime derkenar etmek yerine zihnime yerleştirmeyi kabulleniyorum. Vedalaşıp, ayrılıyoruz. Kapının dışında bıraktığım öykü avcısıyla birlikte merdivenleri inip, taksiye biniyoruz. Yol boyunca alışılmadık bir sessizliğe teslim oluyorum. Konuşmayı unutmuşum gibi. Ağzımın içinden kelimelerimi çalan bu sessizliği bozmalı, öykü avcısına yeni bir isim bulmalı, ona bir hikaye anlatmalıyım: kaptanlar ve tayfalar, en üstteki dalgaya binen çocuk, buhar yapan ağaç, bir koku ve bir düş hakkında…



.
® İstanbul, Kasım 2008


.
•• Fotoğraflar Mahinur Ergun'un özel arşivinden alınmıştır.

15 Kasım 2008 Cumartesi

Ali Can Yaraş
Hayatımın Hiçbir Döneminde Yazıyla Çok İlgim Olmadı.

acykapak

Pırıl pırıl gözleriyle gülümsüyor. Kolumdan tutup öyküsünün içine çekiyor beni. Havada tuhaf ve keskin bir koku var. Masada tabaklar, fincanlar, boş şişeler, boy boy çizili kağıtlar, fotoğraflar, etrafa saçılmış kurşun kalemler, ortası delikli yeşil silgi, boyalı bez parçaları, tebeşirler, çeşit biçim boya kalemleri var. Sanki burası bir masal atölyesi, o da unutmamak için yazan Peter Pan. Şaşkınlığımı bekliyormuş gibi özenle çizip önüme bırakıyor hikayesini. Kendini hiç anlatmaz diye yakınan bir dostundan habersiz ve onu şaşırtacak denli derinlikte kendinden bahsediyor, hatta çocukluğundan, ilk gençlik yıllarından ve gelecekten. Biraz da düşlerinden. Konuşmayı, anlatmayı seviyor. Kim sevmez ki?

Modalı bir ailenin büyük oğlu Alican Yaraş. İstanbul, Kadıköy doğumlu. Babasının vazifesi nedeniyle çok çocukluğunun her bir parçasını Anadolu’nun büyük kentlerine emanet bırakıp, az çocukluğunu yaşadığı bu koca kente dönmüş. “Eskişehir, Adana ve Ankara… Çocukluğum buralarda geçti. Ilkokul 4. sınıftayken tekrar İstanbul’a tayin oldu babam. Yeşilköy’de bir ilkokulu bitirdim. Sonra Yeşilköy’de bir ortaokulu bitirdim. Sonra Yeşilköy’de bir liseye gittim. Lise son sınıfta okuldan atıldım. Ankara’nın bir köyünde, küçük bir köy okulunda bitirdim liseyi. Çocukluğumdan hatırladığım anılarımın çoğu kitap okumakla ilgilidir. Okumaya çok meraklıydım. Herşeyi okuyordum. Bugün de öyleyim. Hatta annem ve babam bir-iki gün için şehir dışına gitmek zorunda kalmışlardı. Bana da harçlık bıraktılar, kardeşim de var, lazım olur diye. Ben o harçlığın hepsiyle kitap aldım. İki gün parasız kaldık. Kitapçıdaki kasiyer kadın aldığım kitaplara bakıp, “Yazar mısınız?” diye sormuştu. “Yazarım.” dedim. Orta 1’e gidiyorum...”

HAYATIMIN HİÇBİR DÖNEMİNDE YAZIYLA ÇOK İLGİM OLMADI.
En sevgili oyun arkadaşları “kitap” olan, hayali kahramanları en sadık dost belleyen çocuklar tanıyorum. “Çok kazanmasam, kağıda adımı bile yazmam.” cümlesinin sakladığı yorgunluğun kırık dökük meylinde, gün ağardığında ya da gök gürlediğinde henüz kapatmış olduğu masal defterinde cirit atan hayali arkadaşlarını paylaşmaktan vazgeçmeye gönüllü o küçük çocuğu dinliyorum. Tahtadan araba yapan, bisikletini onaran, okul defterinin etiketlerine adını inci gibi yazan o becerikli parmakların, hiç şaşırtmayacak öyküsü gibi anlatıyor hayatı. Bir yokuştan yalın ayak inerek kıyıya ulaşmaya çalışıyoruz, yan yolları işaret etsem de bildiği yoldan sapmıyor. Sohbetin izin verdiği ölçüde inatla çekiştiriyorum ama kurmayı çok sevdiği öykülerini, bildiği gibi anlatmaktan vazgeçmiyor. Sabırsızlıkla dinliyorum.

“İstanbul Üniversitesi Tarih bölümünde okurken bir gün gazetede Şehir Tiyatroları, Beklan Algan Tiyatro Araştırma Laboratuvarı’nın ilanını gördüm. Oyuncu alıyorlardı, yetiştirmek üzere. O güne kadar tiyatroyla filan ilgim yoktu. Yazıyla da ilgim yoktu. Hayatımın hiçbir döneminde de yazıyla çok ilgim olmadı. Böylece 1986 yılından itibaren yani bir yandan üniversitede okurken Tiyatro Araştırma Laboratuvarı’nda çalışmaya başladım. Yaklaşık 10 yıl sürdü. Oyunculuk eğitimi aldım. Biraz da tiyatro rejisine yöneldim. Amatör tiyatro toplulukları kurdum. Oyunlar sergiledim. 90-97 arası tiyatro yönetmenliği yaptım kendi kurduğum topluluklarla. Türkiye’ye gelen yabancı yönetmenlerle çalıştım. Eguine Barba ve La Mama ile çalıştım. Alternatif mekanlarda oyunlar sergiledim. Hem yazdım, yönettim ve oynadım. Öyle olağanüstü bir oyuncu değilim belki ama kötü bir oyuncu sayılmam.”

Televizyon için yazmaya nasıl başladınız?
Lisede birlikte okuduğumuz yakın bir arkadaşım Sinema-Tv bölümünü kazanmıştı. Onun sayesinde benim de o bölümünden pek çok arkadaşım oldu. Onlar her yarı dönemde ödev olarak film çekiyorlar. Ben de oyunculuk eğitimi alıyorum bir yandan, filmlerinde oynamaya başladım. Herkesle arkadaş olduk. Bunların arasında Serdar Akar, Tarkan Karlıdağ, Bora Onur görüntü yönetmeni Selahattin Sancaklı var. O dönemdeki hemen hemen herkesin dönem ödevi filmlerinde oynadım. O zaman da öğrenci filmlerine oyuncu bulmak kolay değildi. 20 küsur kısa filmde oynadım. Hatta okulun dekanı Sami Şekeroğlu en son odasının kapısına yazmıştı, “Alican Yaraş’ın oynadığı filmler jüriye kabul edilmeyecek!” diye..






Devamını Buyrun Buradan Okuyun!


.
® Cihangir, Kasım 2008

.
Fotoğraflar: Vedat Ozan
.
free hit counter
Powered By Blogger