4 Şubat 2009 Çarşamba

Murat Güney: Klişelerden Kurtulmayı Bilmeniz Lazım



Tevazu sahibi olmak da bir cür’ettir. Sahiden öyledir. Öyle uzaktan, derinden ve içre bakmak gerekir ki yetişemezsin, yetinemezsin. İlk andan beri zihnimde böyle yer eden yani adı bu sıfatla özdeş hale gelmiş konuğumu beklerken, Vedat’ın armağan ettiği kayıt aletini çözmeye çalışıyorum ve beceriksizliğimin şahikasına yeniden varıyorum. Defalarca! Ya'rabbim, niye kimseyi inandıramıyorum aptal bir kadın olduğuma? Çünkü, on numara akıllı rolü yapabiliyorum. Gerçekten. Ya'rabbim, niye kimseyi inandıramıyorum aptal bir kadın olduğuma? Çünkü, on numara akıllı rolü yapabiliyorum. Gerçekten. Küçük, şirin, üzerinde her lisandan yazı mevcud o kutuyu, getirip bırakıyor genç bir adam, adıma. Açıyorum. Bilinmeyen bir markanın kayıt cihazı avuçlarımda. Her söyleşi maceramda, istikrarla başıma gelen kayıplardan yılmış arkadaşımın armağanı teknolojik kayıt cihasına bakıyorum. O bana bakıyor ve beni anlıyor mu, bilmiyorum. Benim onu anlamadığın şimdilik eldeki tek gerçek. Kucağımda Kurabiye var. Alet çalışmıyor. Hayır, pilini de taktım. Kullanma kılavuzunda yazanları da satırı satırına uyguluyorum. Çalışmıyor. Mesaj atıyorum. “Oğlum, okuduğumu anlarım. Okuyorum ama bu aleti çalıştıramıyorum?”. Anında cevap geliyor, “Demek o sebeple bu kadar ucuzdu!”

Murat Güney’le buluşmamıza yarım saat var. Bir kayıt aletim var. Ama çalıştıramıyorum. Gözlerim acıyor, ampul yanıyor. O iki küçük, ince pilin şarj edilmesi gerekiyor!. Sanki bir kıta keşf’ettim. Uğraşmıyorum. Uğraşıyorum da o aşamaları anlatmaya utanıyorum. Nihayet, akıl edip, bakkaldan iki adet pil almayı beceriyorum. Cafeye dönüp, pili kayıt aletine takıyorum. Derin bir nefes alıyorum. Kapıdan içeri giriyor. Murat Güney karşımda. Nedendir bilemiyorum ama, tam da beklediğim gibi bir adamla karşı karşıya oturup söyleşiyorum. Herkese nasib olmaz, böylesi bir şans... Zor konuşurum, diyor. Az değil. Çok konuşurum ama, zor konuşurum, diyor. Testiyi kırmadan evladını tokatlayan baba gibi en başından söylüyor en son söylenecekleri.

Zor konuşurum diyen bir insanla ne konuşursunuz? En kolay konuşulanı. Hayatı. Ben de bu kayıt aletini ilk defa kullanacağım ve deli gibi korkuyorum ya kaydetmezse, diyemiyorum. İtirafını karşılıksız bırakıyorum. Ve ilk kez bir söyleşi konuğumun beyanına sorgusuz sualsiz teslim oluyorum. O andan itibaren bilgi, görgü, intiba ne varsa bulduklarım, duyduklarım kucağımda Murat Güney karşımda, basıyorum kayıt aletinin düğmesine, yaradana sığına...
Sonra? Sonrası, burada. Buyrun!

Hakkınızda çok fazla bilgiye ulaşamadım. Yaptığınız işler dışında, size dair detaylı bir hayat bilgisi yok sanal ortamlarda..
Mimar Sinan, Heykel bölümünden mezun oldum. Bunun dışında yaklaşık 10 yıldır bu sektörde çalışıyorum. Sinema- Tv işlerine girişim de gerçekten tesadüfi oldu. Sinema için çalışacağımı 10-12 yıl önce sorsalardı asla seçeneklerim arasında saymayacağım, benim de tahmin edemeyeceğim bir durumdu. Bu sektörde çalışmak aklımı ucundan geçmiyordu. Çünkü heykel bölümünü çok isteyerek seçtim.. Başından beri istediğim Güzel Sanatlar’la ilgili bir bölüm okumaktı. Resim ya da İç Mimari ya da Heykel okumak istiyordum. Ve heykel bunların içinde en baskın olanıydı. Sınavlara girdim ve kazandım. Hatta kazanmam da benim için sürpriz oldu çünkü hazırlık sürem çok azdı. Heykel bölümünü kazamdığımda da gayet mutluydum. Epeyce de geç girdim okula. Yaş olarak da geç girdim. Biraz isteklerini geç ifade eden ve geç kavuşan adamlardan biriyim aslında. Bundan 5 yıl öncesine kadar şikayetçiydim bu durumdan aslında ama artık değilim.

Sektöre girişiniz nasıl oldu?
Okurken bir yandan da çeşitli işlerde çalışıyordum. Barlarda çalışıp, duvar resimleri yapıyordum. O esnada da bir arkadaşım vasıtasıyla Çağan Irmak’ın ilk televizyon filminin sanat grubunda işe başladım. Çilekli Pasta. Asistan olarak girdim. Televizyon filmiydi. 5 günlük bir ön hazırlık ve sonrasında 20 gün sürecek çekim aşaması vardı. Kabul ettim ve başladım.




Devamını Buyrun Buradan Okuyun!




•• Fotoğraflar Murat Güney'in özel arşivinden alınmıştır.





® İstanbul, Ocak 2009


.

Murat Güney: Klişelerden Kurtulmayı Bilmeniz Lazım



Yapılan işin doğru dürüst bir iş bile olmadığını düşünmeme rağmen arkasından ikinci proje geldi. Ardından bir başka iş daha geldi ve ben kendimi Şaşı Felek Çıkmazı’nda çalışırken buldum. Şaşı Felek Çıkmazı benim için tamamen dönüm noktasıdır. İnanılmaz bir oyuncu kadrosu, inanılmaz bir senaryo, inanılmaz bir yönetmen, teknik ekip ve ben onların arasında bir çömez. Bu işi ilk defa “ne yaptığını bilerek, farkına vararak” yapar halde buldum kendimi. Çok heyecanlıydım. Her sabah koşturarak işe gidiyordum. O kadar keyif aldığım, eğlendiğim ve severek yaptığım bir iş haline dönüştü ki, “tamamdır” dediğim nokta Şaşı Felek Çıkmazı oldu. İşin mutfağında Çağan Irmak vardı, Mahinur Ergun vardı. Mahinur Hanım senaryoyu yazsa bir an önce yollasa da okusak, acaba ne olacak diye merak içinde beklerdik. O yüzden çok keyifli bir süreçti.

• Şaşı Felek Çıkmazı, her anlamda bir tür atölye gibiymiş..
Evet. Benim için bu meslekten haz almaya ve işi önemsemeye başladığım noktadır. Çünkü açıkcası daha önceki işlerin benim için anlamı şuydu; üniversite öğrencisiyim, heykel bölümünde okuyorum ve bir yandan da para kazanıyorum. Hem para kazanıyorsun, hem de okula yeterince vakit ayırıyorsun. Bu çok keyifli elbette bir öğrenci için. Bu sektöre olan ilgimin başlangıcı Şaşı Felek Çıkmazı olduğu için bende bu projenin ayrı bir yeri vardır.

• Başlangıç noktasına dönersek, bu iş size ilk olarak hangi içerikle sunuldu nasıl anlatıldı ve siz işin içinde kendinizi nasıl hissettiniz?
Sanat grubuna, asistan olarak çağrıldım. O zamanlar için “sanat yönetmeni” tanımını kullanmak doğru olur mu emin değilim ama, bana anlatılan, ekranda görünecek her resmin, karenin düzenlenmesinin sorumluluğu bize ait olacaktı. Başımızda bir sanat yönetmeni olacak ve biz onun direktifleri doğrultusunda sahnelerin görünümünü düzenleyeceğiz. Bana anlatılan iş buydu. Bugünkü bilincimle geri dönüp baktığımda da, çok zor bir proje değildi. Sıfırdan yaratılan mekanlar yoktu. Zaten varolan bir mekanı senaryonun istediği şekle sokuyorduk. Elde ne varsa. Hatta bazende evde ne varsa. O anlamda da çok zevkli bir iş değildi, sadece bulunduğum ortam çok keyifliydi. Zaten küçük ekipler kurulurdu. Bizim ekip de 2 kişiden oluşuyordu. Beni o ekibe alan da okuldan tanıdığım yakın bir arkadaşımdı. Filmin yönetmeni Çağan Irmak da çok samimi olmadığım ama tanıdığım en azından selamlaştığım bir insandı. Dolayısıyla ortama da yabancı hissetmedim kendimi.

• Şaşı Felek Çıkmazı benim anladığım kadarıyla sizin de yaptığınız işin muhteviyatını anladığınız ve önemini tam olarak idrak ettiğiniz bir proje olmuş öyle değil mi?
Evet. Tam olarak bu işin ne olduğunu algıladığım nokta oldu. Proje için çağrıldığımda ciddi olarak Çağan Irmak ve Mahinur Ergun’la oturup toplantılar yaptık. Projeye daha önce kaldığı yerden devam edildiğinden dolayı karakterlerin ne giydiği, nerede oturdukları, alışkanlıkları yani işin temeli atılmıştı. Ama onlara ciddi revizyonlar yapmak gerekiyordu. Şaşı Felek Çıkmazı, çok yoğun ve koşturmalı bir senaryosu olduğundan dolayı hayatın kendisi gibiydi. Ne aksesuar, ne dekor, ne de kostüm işi asla bitmezdi. Küçük bir ekiptik. Toplam 3 kişiydik. Ben ve iki asistanla birlikte çalıştık. Bunlardan birinin ilk, diğerinin de ikinci setiydi. Çok yorucu ama inanılmaz keyifliydi.

• Şaşı Felek Çıkmazı’nın benim zihnimde yer ettiği halini gözden geçirdiğimde sanat yönetiminin çok başarılı olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Çünkü her şey o kadar doğal ve işlevsel görünüyordu ki sanki yaşayan hazır mekanlara, o mekanlarda yaşayan gerçek insanların elbiselerini giymiş oyuncuları oturtmuşsunuz gibi görünüyordu.
Çok teşekkür ederim, Şaşı Felek Çıkmazı’ndaki bütün ekip adına. Neredeyse her mekanı sıfırdan yarattık diyebilirim. En ufak detayına kadar her konuda titizlikle çalışıldı. Bugün bile seyredince nasıl yapmışsız diye hayrete düşüyoruz. Özellikle kostüm seçimi konusunda çok özenli davranıp, her bir karekter için gardolap oluştuemaya çaba gösterdik. Mesela Derya Alabora’nın bir hırkası vardı, 26 bölüm boyunca kullandık. Onu bir semt pazarından almıştık. Füsun Demirel’in kostümleri de Salı Pazarı’ndan alınmıştı. Bugün hala o proje hakkında insanlar övgüyle bahsediyorsa bunun sebebi bütün ekibin göstermiş olduğu özen ve projeye duyulan sevgidir.

• Zaten sanat eğitimi görüyordunuz, yabancısı olmadığınız bir işe geçince kendinizde ne tür değişiklikler saptadınız?
Doğaçlama gelişen bir süreç yaşadım ben. Farkında olmadan pek çok şeye daha farklı gözlerle bakmaya başlıyorsunuz. Girdiğiniz bir mekan, okuduğunuz kitap, izlediğiniz bir film gözününde farklı şekillenmeye başlıyor. Her şeyi görsel hafizanıza kaydetmeye başlıyorsunuz. Her şeye sinematografik açıdan bakmaya başlıyorsunuz. Bir süre sonra insanlar ne giyer, ne içer, nasıl gezerler, nasıl davranırlar bunları zihninize not almaya başlıyorsunuz, farkında bile olmadan. Kitap okurken kahramanları ve mekanları gözünüzde canlandırırsınız ya, bunun sürekli ve çok detaylı olduğunu düşünün böyle bir sürece giriyorsunuz. Bu bende böyle oldu. Başkasında nasıl tezahür eder bilmiyorum. Mesela bugün artık boş bir mekana girdiğimde, örneğin orası bir cafe olacaksa, 5 dakika sonra artık orasının nasıl bir yer olacağını biliyorumdur. Her detayına kadar kafamda canlanır.

• Sinema filmlerini normal seyirci gibi izleyebiliyor musunuz?
Seyrediyorum. Normal seyirci gibi izliyorum. Gözlemiyorum, ortama odaklanmıyorum ama film bittikten sonra mekanlar ya da kostüm ve ortam hakkında bir sürü bilgiye de hakim oluyorum. Adeta bir refleks gibi. Film bittikten sonra olumlu ya da olumsuz her detay kendiliğinden hafızama yerleşmiş oluyor.

• Sıradan insanlar olarak biz, “Bu masanın üzerinde şu örtü olsun, o vazo da şurda dursun, sen de yeşil kazak giy!” diyenin sanat yönetmeni olduğunu sanıyoruz, bu bilgimizin ne kadarı doğru?
Çoğunlukla da öyle oluyor zaten. Çekim anındaki görevimiz aşağı yukarı böyle tarif edilebilir. Ancak bunu öncesinde çok yoğun bir hazırlık dönemi var. O vazonun ve o örtünün orada olup olmayacağına karar verildiği anın da ötesinde başlıyor bizim görevimiz. Öncesinde senaryo aşamasında yönetmenin kuracağı dünyayı anlamak, onun hayalindekini görünür hale getirmekten başlıyor. En başından anlatmak gerekirse genellikle önce projenin yapımcısıyla konuşursunuz. Yönetmen sizinle çalışmak istiyorsa, yapımcıya adınızı verir. Yapımcı da sizi çağırır. Projeyi anlatır. Ne istediğini anlatır. Önceden senaryo okuma şansınız varsa bu lehinize işleyen bir durumdur. Ama bazen senaryo ortada yokken anlaşırsınız. Evvelce iş yaptığınız tanıyıp güvendiğiniz bir yapımcı ya da yönetmendir proje sahibi, kötü bir iş çıkmayacağını bilirsiniz ve projenin henüz sadece ismi varken kabul edersiniz. İşi kabul ettikten sonra projenin sanat bütçesi kaba taslak ortaya çıkar ve bir sonraki aşamada sanat ve kostüm grubu senaryo okumaya ve ön hazırlık sürecine başlar. Aslında sanat ve kostüm diye pek ayırmak istemiyorum çünkü ben kostüme de müdahale ediyorum. Yönetmenle senaryo üzerinde ya da dizi işiyse 13 bölüm sinopsis üzerinden ön hazırlık çalışmalarına başlanır. Senarist ile birlikte karakterlerin genel hatları çizilir. Karakterler ne yer, ne içer, eğitimleri nedir, neden böyle davranır, alışkanlıkları nedir, bütün karakter dökümlerinin üzerinden geçilir. Dizide bu süreç sinema filminde olduğu kadar derinlemesine olmuyor çünkü böyle bir zamanınız yok. 90 dakikayı, 6 günde çekerken bu kadar derin tahlillere vakit ayıramıyorsunuz. Ama sinemada böyle değil. Sahne sahne detaylandırıp karakter analizleri, mekan tasarımları ve kostüm provaları önceden yapılıyor. Sağlam ve risksiz girmeye çalışıyorsunuz. Ama sürprizler olmuyor mu, oluyor. Bu da aslında işin zevkli taraflarından biridir. O koşuşturma, bizi besliyor ve biz bunu seviyoruz sanırım sinema sektörü olarak. Ciddi olarak ön çalışma 1 ay kadar sürer. Sonra kullanacağımız tüm aksesuarların, eşyaların listeleri çıkmaya başlar. Mekanlar, aksesuvarlar ve sponsorlar belirlenir ki ben sponsorlarla çalışmaktan çok haz etmiyorum.

• Neden?
Çünkü çoğu zaman astarı yüzünden pahalı geliyor. Sponsora ait olduğu için sizin kurduğunuz dünyaya uygun olmayan parçaları da kullanmanız gerekiyor. O yüzden ben sponsorla çalışmayı pek tercih etmiyorum. Eğer uygun kalemler olursa, yararlanıyoruz. Ama temel oluştururken sponsorlara sırtımı dayamaktan pek hoşlanmıyorum..

• Haklısınız...
Sonra da çekim esnasında da günlük programın aksamaması için her şeyi kontrol etmek ve her sahneyi hazırlamak zorundasınızdır.




• Görüntü yönetmeniyle paralel çalışıyorsunuz değil mi?
Evet. Sağ kol ve sol gibi oluyoruz. Çünkü ikimizin de görevi yönetmenin hayalindekine en yakın fotoğrafı oluşturmak.

• Murat Güney özelinde bir biçim/ tavır/ tarz tanımlaması yapmak gerekirse ve eğer bu tanımlama çabası doğru kabul edilirse beni en etkileyen şey adınızın geçtiği işlerde sanki hiç sanat yönetimi yokmuş gibi tamamen doğalında mekanlar, ve kostümler çıkarıyor olmanızdır. Sizin işlerinizde hiçbir zaman mekanlar ya da kostümler öne çıkmadı. Issız Adam’a gelene kadar.
Aslında mekanları karakterlerle birlikte değerlendirdiğiniz zaman Issız Adam’da da. Her şey doğal ama alışılagelmişin dışındaydı. Karakterlerin yaşadığı çevre, içinde bulundukları ortam ve farklı bir İstanbul, Issız Adam’da mekanların öne çıkmasına sebep oldu. Beyoğlu, Galata, Cihangir ve Kitapçılar Çarşısı gibi ruhu olan özel mekanlar ister istemez karakterler kadar öne çıktı. Filmin ardından bu mekanlara olan ilginin artmış olması da bunun bir göstergesi.

• Zor bir süreç miydi?
Çağan Irmak bunun bir İstanbul filmi olması gerektiğini, Cihangir ve Çukurcuma taraflarında geçmesi gerektiğini söyledi. Bahsedilen yerler çekim yapılması açısından çok zor mekanlar ve filmin neredeyse tamamı o mekanlarda geçecekti. Sonra karakterlerin üzerinden tek tek ve uzun uzun geçtik. Hepsinin özel hayatı, ruh durumları, alışkanlıklarını belirledik. Aşağı yukarı filmin geçeceği yerler belliydi ve location manager’la birlikte mekan arayışına geçtik. Ama ben zaten yürüyerek bütün mekanları 1 günde kafamda belirlemiştim. Hepsi boş mekanlardı. Hepsini yeniden yaptık. Lebnon hariç. Oraya da ciddi anlamda aksesuar girdi. Yani filme hizmet eden, mekanları öne çıkaran bir anlayış bunun üzerine kuruldu.

• Philippe Starck’ın limon sıkacağını (juicy salif ) kullandınız. Çok da eski bir objedir ama siz yeniden gündeme getirdiniz. Aslında filmde kullandığınız pek çok obje konuşuldu, dikkat çekti ve merak edildi değil mi?
Çok eski bir objedir, evet. Kullandığımız aksesuarlar insanların ilgisini çekti çünkü bu tür objeleri filmlerimizde görmeye pek alışkın değiliz. Filme dair konuşulan her obje çoğunlukla Alper’e aittir. Alper’in evi, cafesi, barı konuşuldu, çünkü böyle kurgulandı. Çünkü Ada işlevsel olan her şeyi, her yerden satın alabilir, marka aramaz. Ada’nın evi canlıdır, yaşar. Alper’in ise eviyle donuk bir ilişkisi var, onun evinde ikinci bir kişiye yer yok, ikinci kişinin yatacağı yer de yok.

• Tam yeri gelmişken sorayım, Alper’in evi olarak kullandığınız mekan sizin eviniz mi?
Yok hayır. Öyle olmasını çok isterdim, çok güzel bir mekandı. Ama benim evim değil.

• Mutfaktaki cam su ısıtıcısını nereden aldınız?
Senaryoda “kettle’da su kaynamaktadır” diye bir cümle yazılmıştı. Esse’de gördüğüm bir su ısıtıcısını görünce çok beğendim ve Alper’in evi için çok uygun olacağını düşündüm.

• Sinema filmlerinde sette oluyorsunuz anladığım kadarıyla, dizi setinde de fiilen bulunuyor musunuz?
Çoğunlukla sette bulunuyorum. Ama örneğin 15 sayfa, tek mekan içinde çekilecekse sahneyi kurup her ihtiyacı karşıladıktan sonra asistanlarıma bırakıp gidersem de bilirler ki o an orada olmak yerine piyasada olmam ve somut ya da soyut malzeme toplamakla meşgul olmam daha faydalıdır. Bunu herkes bilir. O yüzden çekim anında sette değilsem kimse bir şey demez.

• Obje satın alıyor musunuz, belki bir yerde kullanırım diye?
Artık almıyorum. Eskiden yapıyordum bunu ama artık yapmıyorum. Gerçekten evim fazlasıyla doldu. Saat ve Murano topluyordum sonunda evde kıpırdayacak yer kalmadı. Aslına bakarsanız, bir aksesuarı kullanıyorsunuz ve onun hükmü bitiyor. Artık yeniden kullanacağınız yeri bulmak zaman alabilir ve onu o süre içinde muhafaza etmek de dert haline gelebiliyor.

• Hollywood’da sanat yönetmenlerinin bir tür müze gibi kendi işlerini sergiledikleri, muhafaza ettikleri depodan hallice showroom’ları var. Mesela Issız Adam’ın malzemeleri kimin ve nerede onlar şimdi?
Satın alınan eşyaların tamamı Most’un deposunda. Hollywood’da da stüdyoların depoları vardır, yaygın olarak. Kendi koleksiyonuna sahip sanat yönetmeni ve kostüm tasarımcısı var elbette. Benim de bir süredir aslında aklımda böyle bir depolama sistemi var. Aslında hem bir heykel atölyesi gibi hem de marangozhane gibi bir yer düşünüyorum. Çok da işlevsel çünkü senaryo gereği bazen akıl almayacak kadar küçük bir şey lazım oluyor tuhaf bir saatte ve dükkanlar kapalı oluyor. Deponuz olsa gider, alır ve ihtiyacınızı karşılarsınız.

• Sabit ekiplerle mi çalışıyorsunuz?
Benim ekibim uzun zamandır sabit, evet. Şanslı bir insanım. Çok iyi bie ekiple çalışıyorum. 1. Asistanım Buket Sezgin’le 5 yıldır çalışıyorum. Artık aynı dili konuşuyoruz. Bakışarak anlıyoruz birbirimizi. Diğer iki asistanım Sinan Demir ve Salih Gültekin’de üç yıldır benimle birlikteler. Toplam 3 kişiyle çalışıyorum. Issız Adam’a başlarken, istersen 2 kişi daha al dediler ama kalabalık ekiple çalışmak pek çok açıdan konsantrasyonumu dağıtıyor. Sevmiyorum. Örneğin Çağan’la çalışacaksanız, çok sessiz ve çok hızlı olmalısınız. Bu gibi durumlarda çoğunlukla ekibin fazla adamdan oluşmasındansa birbirini iyi bilenlenlerden oluşması daha anlamlı oluyor.

• Dönem mi daha çok ilginizi çeker, böyle bir ayrım var mı sizin için?
Hayır hiç öyle özel bir yönelimim olmadı. Projeyi sevdikten sonra dönemdir ya da değildir diye bakmam. Tamamen hikayeyi, projeyi ve ekibi sevmekle ilgili benim tercihlerim. Koşuşturması, gerginliği, set içinde yeni bir şey yaratmanın heyecanı çok keyifli. İzleyenlerin tepkisi ve ondan aldığın haz çok önemli. Bunların üzerine bir de sevdiğiniz projede çalışıyorsunuz aldığınız haz da o oranda artıyor.

• Tiyatro için çalıştınız mı?
Hiç yapmadım. Öyle bir teklif de gelmedi. Ama çalıştığım işlerin içinde tiyatro dekoru yaptık. Basit ve naif şeylerdi ama tiyatro dekoru kurdum. Sanıyorum daha ziyade farklı ve dinamik mekanları içeren işler daha çok ilgimi çekiyor.

• Çok değişken ve hareketli hiç durmayan bir temponuz var. Bağımlılık yapıyor olabilir mi?
Olabilir. Mesela tek bir gün için Tarsus’a gidiyorsunuz. Issız Adam’dan örnek vereyim en son orada başımıza geldi çünkü. Tarsus’da önceden anlaştığımız mekanda sorun çıktı. İki günümüz var. Hemen yeni bir yer bulduk. Bulduğumuz mekan mimari olarak çok uygun ama, tek bir perde bile kullanabileceğimiz gibi değildi. Ve biz bir gün içinde o yeni mekanı revize ettik. Eşyaları bulduk, mekanın uyumsuz yerlerini onardık. Bütün ev boşaltıldı. Ev o gece sabaha kadar boyandı. Adana’nın bütün eskicilerinden eşya toplandı. Yatak örtülerinden, perdelere varana kadar dikildi ve öğleden sonra çekime hazırladık. Bir günde yapıldı bütün bunlar. Elbette böyle olunca çok tempolu bir iş oluyor. Bu arada şehri de görmeye çalışıyorsunuz, “tantuni yeseydik şurada” diyorsunuz, ama elde simitle günü bitiriyorsunuz.

• Sanat yönetmeni oyuncuya müdahale eder mi? Öyle bir hakkı var mıdır?
Eğer iyi tanıdığım bir yönetmense fikrimi söylerim. Ama temel yapılanmada benim iş alanıma girmez. Elbette ben, “ okuduğum hikayedeki yüz bu değil” derim çok iyi tanıdığım bir yönetmense ama genel olarak fikrimizi almazlar. Kısacası resmi olarak böyle bir satır yok görev tanımımız içinde.




• Oyuncu o fotoğrafa oturmadığında kamufle etmeye çalışmak daha mı zor?
Aslında yönetmen için zordur. Çünkü o oyuncu karakterle bütünleşemediğinde bunu kurtarmak yönetmene düşer.

• Figürasyona karışıyor musunuz?
Sadece kostüm anlamında karışıyorum. Reji maalesef o anda sahnenin çekilmesine odaklanıyor doğal olarak ve sizin kurduğunuz dünyanın bütünlüğüyle pek ilgilenmiyor. Hiçbir şekilde o adamla o kadın yan yana gelir mi, diye bakmıyorlar. O aşamada da bunu gözetmek tamamen sizin vazifenizdir.

• O yüzden de biz Türkiye’de çok başarılı kalabalık sahneler çekemiyoruz. Mesela disko, gece kulübü, eğlece mekanı ya da parti çekimlerimiz asla tam başarılı olamıyor. Bu anlamda su bardağında viski içiren Yeşilçam’dan bir adım ileri gidemedik.
Maalesef öyle. Çekemiyoruz. Daha doğrusu başarılı olmaya yaklaşabilenler bile çok zorlanıyorlar. Issız Adam’da o kalabalık disko sahnesini iki kere çektik. Çünkü istediğimiz gibi bir cast gelmedi. O sahne için 400 kişi lazım. Bunları tek tek giydirmek demek, akşama kadar sürecek demektir. Öyle bir zamanımız zaten yok. Bu yüzden ne istediğinizi en küçük detayına kadar cast ajansına anlatıyorsunuz. Hatta dergilerden fotoğraflar kesip yaklaşık olarak kostüm bilgisi de veriyorsunuz. Buna rağmen çekim günü bir figürasyon geliyor, inanamazsınız. Düğüne gider gibi geliyor insanlar. Tamamen yanlış tipler var elinizde. Çağan baktı ve sahneyi iptal etti. Ama dizide bu şansın da olmayabiliyor. O zaman biraz sen gizliyorsun, biraz reji gizliyor ve halletmeye çalışıyorsun.

• Sanat grubunda görev yapan ekipler özellikle ekran işlerinde çalışanlar gündelik hayatla ilgili çok donanımsızlar kaldı ki gelişmiş zevkler hakkında da kişisel bir gusto sahibi değiller. Bu sebeple de izlediğimiz işlerde sanat grubunun sahip olduğu “görgü” ve “bilgi”ye mahkum ediliyoruz. Bizim önümüzde değiller. Acaba çok mu zor benzer bilgilere ulaşmak, o yüzden mi bu kadar komik detaylar ve deliller veriyorlar elimize? Örneğin elinizde bir oyuncu var ve yüksek topuklu giydiğinde yürüyemiyor diyelim. Giydirme yüksek topuklu ayakkabıyı, babet giyince o kadın “zengin kadın” olmayacak mı sanıyorlar?
İnsanların nasıl yaşadığını bilirsiniz. Hayatı doğru gözlerseniz her tür hayat hakkında bilgi ve görgü sahibi olursunuz. Bu tamamen kişisel istekle ilgilidir. Bunun dışında da gerçekten oyuncunun sunduğunuz aksesuarı taşıyabiliyor olması çok önemli. Sizin aksesuarınız oyuncuya yük getirmeyecek, kolaylık sağlayacak. İçinde olduğu kıyafetle rahatsızsa bir oyuncu nasıl rol yapacak değil mi? Bunu kenara koyarsak, siz bir tür “kalite” isnad edeceksiniz diye giydirdiğiniz elbiseyi taşıyamıyorsa, taşıyabildiği elbiseyi bulup sunacaksınız oyuncunuza. Klişelerden kurtulmayı bilmeniz lazım. Marka taşır diye bir klişeye mahkum kalmayacaksınız. Siyah bir pantolunu ünlü bir markadan alabilirsiniz iyi durmaz, salı pazarından alırsınız marka gibi durur. Bunu yaratmak, arayıp bulmak da ciddi bir meslek sevgisi ve şevk ister. Aramalısınız. Dergilerden yararlanabilirsiniz ama hayat dergi fotoğraflarından ibaret değil. Zenginle rüküş arasındaki farkı bilmelisiniz.

• Şimdi ben dışardan bakan ve ahkam kesen biri olarak sektörün zor şartları olduğunu artık ezberledim. Evet, şartlar zor. Kabul. Ama başrol oyuncusuna üzerinde kat izleri duran bir gömleği giydiriyorsun ve bana şartlar zor diyorsan, artık ben bu masalı dinlemek istemiyorum. Ve gördüğüm zaman da o işi yereden yere vuruyorum, kimse kusura bakmasın. Bu sebeple sizin sektörde çalışanlara bu konuda getireceğiniz eleştiri çok önemli. Nedir bu “zor şartlar” meselesi sanat grubu açısından?

Uzun çalışma saatleri, kısıtlı sosyal güvenceler, meşakatli ve bitmek bilmeyen temposu sebebiyle zor şartlar altında çalıştığımız bir gerçek. Fakat bunun kesinlikle işlerin yarım yamalak, sakil bir şekilde halledilmesine bahane olmaması gerekiyor çünkü bu sektördeki zor şartların ne olduğu daha en başından ortada. Bunun bilincinde olan insanların profesyonellikten taviz vermeden ellerinden gelenin en iyisini ortaya koymaları gerekiyor.

• Emeğinizin karşılığını alıyor musunuz?
Açık söylemek gerekirse, işinizi iyi ve doğru yapıyorsanız karşılığını gerçekten alıyorsunuz.

• Sizin açınızdan bakıldığında bugün bulunduğunuz noktaya gelmenizde şans faktörünün payı nedir?
Başlangıç noktasında belki şansı yakalamak önemli ama onu sürdürülebilir kılmak sizin elinizde. Bir kez şans yüzünüze gülebilir ama gerisi tamamen size kalmıştır. İyiyseniz devam edersiniz. Devam edemiyorsanız dönüp kendinize bakıp doğru tahlil yapacaksınız. Kendinize dürüst olacaksınız. Pratik, hızlı düşünen, çözüm bulucu ve çalışkan olmanız lazım.

• Eleştiri yaparken en çok karşılaştığım savunma şekli, “Boşver” oluyor. Yani, “Boşver” bizim başucu kelimemiz özellikle de bu sektörde.
Büyük resmi görmek ve onu önemsemek açısından söylüyorlardır. Ama aslında büyük resim o küçük parçalardan oluşuyor, bunu da hiç atlamamak lazım. Zaten başarılı işlere bakarsanız, küçük parçaları gözardı etmemiş işlerdir. Size bir anımı anlatayım. Şaşı Felek Çıkmazı’nı çekiyoruz. Kahvaltı edecek ailece masayı hazırladım, sahneye girmeden önce Mahinur Hanım beni kenara çekti ve “herkesin önüne portakal suyu koymuşsun. Nerede gördün orta halli bir ailenin sofrasında herkesin portakal suyu içtiğini? Bu sadece Saadet’in alışkanlığı..” dedi. Öyle bakıldığında küçücük bir detay bu değil mi? Küçük bir şey. Seyirci bunu görür mü? Görmez boşver, derseniz o küçük boşverler birikir ve kurmak istediğiniz dünyayı yıkar.

• Murat Güney nasıl biridir, diye sorsam nasıl bir cevap alırdım?
İyi biridir. Ama reji beni sevmez. Ben rejiyi sevmem ☺

• Yeni proje var mı?
Kanal D de bir iş var. Sitcom tadında bir stüdyo programı. Yaz aylarında çekilmesi planlanan bir sinema filmi ve dizi var.

• Son olarak içinde olmak istediğiniz ama olamadığınız bir proje var mı diye sormak istiyorum. Şunu çekseler de içinde ben de olsam dediğiniz bir ekran ya da sinema projesi var mı?
Vardı aslında birkaç tane, ama yapıldı. Şimdi adını söylemek doğru olur mu, çok da emin değilim.

• Tamam, söylemeyin. Sadece küçük bir ipucu verin, dönem işi miydi?
Yok dönem değil. Çok uzun zaman önce okuduğum bir kitaptı. Çok da sevdiğim bir kitaptı..

• Gölgesizler mi yoksa?
Evet! İçinde olmayı çok isterdim. Ümit Ünal’ın filmlerini de çok seviyorum üstelik. İşi yapan sanat yönetmeni de arkadaşımdır. Zeki Demirkubuz’un Kıskanma’sında da olmayı isterdim, sanat yönetmenliğini Nilüfer Çamur yaptı. Keşke Nilüfer’e asistanı olmayı teklif etseydim.

Öyle dalmışız ki bir bardak çay zor ayırıyor bizi bu koyu sohbetten. Sanki dilencilerin uzun uykularında donduklarının farkına varmayan, sert bir kış yaşanıyor dışarda. Bizim dışımızda. Biz, merdiven diplerinde yosun tutmuş kelimelerin pasını siliyorduk. Keyfimiz yerinde. Onları mutsuz eden sözcüklerin tamamı bizim keyfimize selam duruyor. Bak, abartıyorum zannetmeyin şose diyorduk biz asfalt yollara o günlerde ve şoseler dört köşe parke taşlarıyla döşeniyordu. Boş sayfalar yoktu. Tıpkı Murat Güney’in hayat hikayesinde olduğu gibi.. Olur da taammüden bırakılmış tek bir boş sayfa bulunursa, o gizli ve gizli kaldıkça dokunulmaz bir acı halinde, sorgusuz sualsiz, son dakika günlerinden koparılan o boş sayfadan, ipi, yüce göklerde kopacak bir uçurtma yapmalı, tepetaklak düştükçe uçurtma ormanın derinliklerine, ormanın derinliklerinden lodos bulaşığı bir uçurtma efsanesi yaratmalı.







Fotoğraflar Murat Güney'in özel arşivinden alınmıştır.




®
İstanbul, Ocak 2009



.

Ana Sayfaya Dön
.

16 Ocak 2009 Cuma

Selahattin Sancaklı: Bu İşi Yapmak İçin İyi İnsan Olmak Şart

SS Kapak


Kimbilir kaç zamandır köprüyü geçmemişim ve Bağdat Caddesi’ne çıkmamışım, “cadde insanı” kavramına da uzak kalmışım. Bağdat Caddesi, o cumartesi hınca hınç dolu. Sıradanmış bu kalabalık, ben uzun zamandır ilk kez görüyorum. Çok çocukluğumda, yaz aylarında Caddebostan'a göçerdik, biz. Şimdilerde yerinde yeller esen Caddebostan Plajı'ndan denize girerdim. Hatıralarımı cebime tıkıştırıp, zihnimi temizleyip, kalabalığın arasında geçiyorum. Buluşacağımız yere doğru hızlı adımlarla yürüyorum. Trafiğin tersine gidiyorum. Neyin düzüne gittiğimi bir bilsem. Mükemmel bir adres tarifi almışım, kolayca buluyorum buluşacağımız yeri. Blog için söyleşmeyi kabul ettiğinde sanal ortamda aratıp birkaç fotoğrafını bulmuştum. Bu sebeple uzaktan bakınca da hemen tanıyorum. Ortalık tenha ama kalabalık da olsa zorlanmadan tanırdım. Çünkü aydınlık bir adam Selahattin Sancaklı. En uzaktan bile hissediyorsunuz ışığını, parıldıyor sanki. İlk izlenimim bu oluyor. Birkaç saniye kadar uzaktan bakıp, izliyorum. Küçük bir poşet var masanın üzerinde, satın aldığı DVD'lere bakıyor. Uzun bir koridoru var buluştuğumuz mekanın, tek başına oturuyor masada. Yüzündeki rengarenk gülümseyişin kalabalıklara ait olmadığını görüyorum. Yalnızken de gülümsüyor.

Hakkında öğrendiklerim elbette bu kadar değil. Selahattin Sancaklı, zaman zaman öfkeleniyor, elini masaya vurarak konuşuyor. Dümdüz cümleler kurarak bir çırpıda önüme bırakıyor. Gerçeğin yelkenlisini üfleyen Kaptan Ahab'a benziyor bir tarafıyla da... Herman Melville'in eseri olan ve albino balina Moby Dick'in peşine düşen denizcinin hikayesini bilir misiniz? Hani, bacağını kaptırdığı balinanın peşinden sonsuz sulara açılan Ahab'ı? Gözünü kırpmadan, ömrünü bu uğurda harcayan, o tuhaf gülümseyişini hiç unutmadığım, çocuk aklımın uzun boylu sarışın denizcisiyle karşılıklı oturup çay içiyorum sanki, bütün söyleşi boyunca. Bu tarafıyla ürkütücü. Hemen itiraz etmeyiniz. Çünkü Kaptan Ahab'ı, Gregory Peck'den çok önce tanırım ve ben tanıdığımda nedense bu Kaptan oldukça genç, uzun boylu, sarışın bir adamdı.

Tanışma ve ısınma faslı esnasında bir fırsatını bulup, bu blog hakkındaki fikrini soruyorum. “Biraz benim gibi, dili sivri..” diyor. Kayıt düğmesine basıyorum. Birazdan okuyacağınız Selahattin Sancaklı söyleşisinden küçük bir haberi çalıp, önceden vermek istiyorum sizlere, bir müjde gibi. Yakında mesleki bilgi ve birikimlerini aktaracağı bir blog açmayı planlıyor. Şimdilik aramızda kalsın ama...

Buyrunuz öyleyse...

• Mimar Sinan Üniversitesi, Sinema Tv mezunusunuz. Son yıllarda MSÜ mezunları perde ve ekran işlerinde isimlerinin yanında parantez içinde belirtiyorlar okullarını, bu ortak bir tavır mı?
Tamamen okula duyduğumuz saygıdan, sevgiden dolayı oluşan bir duruş sadece.

• 9 Eylül’le, MSÜ mezunları arasında bir rekabet var mı?
Öyle bir rekabet olmadı hiçbir zaman. Sonuçta herkes kendi okulunu ön plana çıkarmak ister. 9 Eylül mezunları biraz daha teori bazlı eğitim alırlar ve yönetmen yetiştiren bir okulmuş havasındadırlar. Daha doğrusu kendilerini öyle lanse ettiler. Biz biraz daha işin tekniğine bakan bir okul olarak bilinir olduk. İyi görüntü yönetmenleri MSÜ’den çıkar gibi bir algı çıktı ortaya. Hepsi bu.

MSÜ mezunları sektörde birbirini kollar mı?
Belli bir dönem elbette mezunlarımızı kolluyorduk. Ama yeni sınav sisteminden kaynaklanan bazı durumlar oluştu eğitim kalitesinde. Her sene bölüme 20- 25 kişi giriyor. Kimin girdiğini, kimin mezun olduğunu bilemiyor hale geldik. Mesela 2000’li yıllara kadar bizim okul mezunlarını -gelen olursa- yanımıza almaya çalışıyorduk. Aslında yine gelen olursa elbette yardımcı olmaya çalışırız…

Bu durumda şu andaki eğitim sistemini beğenmediğinizi söyleyebilir miyiz?
Aslında daha çok uygulanan sınav sistemi nedeniyle bu rahatsızlıklar oluşuyor diyebiliriz. Sadece biz değil, hocalarımız da beğenmiyor. 20-25 kişiye nasıl iyi bir sinema eğitimi verebilirsiniz? 10 kişiye zar zor verilebiliyordu. Her sene 25 kişinin geldiği bir sistemde sağlıklı eğitim koşulları olduğu söylenemez. Eskiden mülakat da vardı. Çok zorluydu okula girmek. Ben, 3 bin kişilik sınava girdim. 500’e kaldım. 500’den, ilk 50’ye kaldım. 50’den sonra da ilk 10’a girdim. Böyle bir çok katmanlı elemeden geçerek okula girdim. Bu kadar zorlu bir sınav sisteminde gerçekten o bölümde okumak isteyip istemediğin de ortaya çıkıyor, yeteneğin de, zekan da. Son yıllarda gençler boşta kalmamak için bölüm yazıyor. Açıkta kalmaktansa herhangi bir yeri yazıyorlar. Yani hepsi bu amaçla girmiyor elbette ama, gerçekten okumak isteyenlerin hakkını gasp edenler de yok değil. O anlamda, akademik eğitim almak isteyenler için halen uygulanan sistem iyi bir sınav sistemi değil.

Siz nasıl karar verdiniz görüntü yönetmeni olmaya?
Aslında benim kararım biraz da okulda belirlendi. Senaryo konusunda çok başarılı değildim. Başından itibaren kameranın büyüsü çok çekti ve etkiledi. Işık, kamera bunlar ilgimi daha çok çekti.



Devamını Buyrun Buradan Okuyun!
.





••
Fotoğraflar: Vedat Ozan





®
İstanbul, Ocak 2009


.

Selahattin Sancaklı: Bu İşi Yapmak İçin İyi İnsan Olmak Şart

SS Kapak


• En başından bu bölümü seçme kararını nasıl verdiniz? 69 doğumlusunuz galiba değil mi?
Evet, 1969 doğumluyum. Okula 1987 yılında girdim, 18 yaşındaydım. Aslında dayımın etkisi oldu. Reklam ajansında çalışıyordu ama alakasız bir bölümde. Muhasebe müdürüydü. Ara sıra ajansa götürürdü beni. Ajans ortamında bulundukça film yapımı ilgimi çekmeye başladı. Dayım daha çok grafiker olmam için ikna etmeye çalışıyordu beni. Akademi sınavlarına girdiğimde grafik, resim, iç mimarlık bölümleri ve bir de sinema tv bölümü vardı. Diğer 3 bölümün sınavlarına girdim, sonuçları beklerken Sinema Tv’nin de sınavlarına girdim. Kazandım. Grafiker olamayacağım ama sanatın bir dalında olurum dedim ve kaydımı yaptırdım. O zamanlar özel tv’ler yok, sinemanın durumu parlak değil. Okulu kazandığımda babam, “ne olucan sen?” dedi. Nasıl anlatabilirim ki kameraman olacağım, sinemada görüntü yönetmeni olacağım diye? Sinemacı olacağım diyorsun doğal olarak. Kimse akıllı uslu, ekmek kazandıracak bir meslek olarak görmüyor. Mahalledekiler, "televizyoncu olucan yani televizyon mu tamir edeceksin, dükkan mı açalım sana?" diyorlardı. Anlatamadım etrafımdaki insanlara durumu bir türlü.

Bizim okulda ilk sömestrin sonunda gerekli teknik bilgiyi alırsın. Biraz da akıllı, meraklı bir adamsan, kaparsın işin tekniğini rahatlıkla. Ben ilk sömestirden sonra hemen çalışmaya başladım. Babamın bir ayda kazandığı parayı ben haftada kazanmaya başladım. Çok şahane bir durum. En başta işin çok sanatsal yönüyle alakadar olamıyorsun. 18 yaşında adamsın neticede. Ben para kazanmaya başlayınca evdekilerin de hoşuna gitti. Bu sefer etrafımdaki insanlar bu okula nasıl giriliyor demeye başladılar. Çünkü okuyorsun, okurken para kazanıyorsun. Ciddi paralar kazanıyorsun. İnsanlar 6 sene tıp okuyacağıma gidip sinema okuyayım, diyor. Aslında Sinema- Tv ile ilgili konularda hâlâ da çok kişide bu bakış açısı var. Ama, bu böyle kolayca olacak bir durum değil anlaşılması gereken de bu zaten. Sonuç olarak herkese bahşedilen bir lütuf değil bu. Yeteneğin ve zekan varsa olabilecek bir durum. Bu gazla bölüme giren arkadaşlarım oldu, olmadı değil ama şimdi nerdeler o önemli.

Doğrudan Uğur İçbak’la çalışmışsınız yani şanslı bir giriş yapmışsınız…
Evet. Mehmet Aksın, Serdar Akar, Tarkan Karlıdağ hepimiz aynı sınıftaydık. O zamanlar Uğur İçbak bizden büyük sınıftı, abimizdi. Diploma projesini veriyordu. Biz de onun öğrenci filminde çalışıyorduk. Reklam sektöründeydi, Sinan Çetin gibi isimlerle çalışıyordu. Bir gün, “benim reklam çekimim var, asistan olarak gelir misin?”, dedi. Okey reklamı çekilecekti. Hiç unutmuyorum. Tamam dedim, gittik. Yarım günlük bir çekim. O zamanın parasıyla yanlış hatırlamıyorsam 20 bin lira aldım. Acaip bir para! Fakat sonrasında işler umduğum gibi gelişmedi, reklam sektörü açısından. Reklam piyasasında çalışanlar ve asistanların sayısı belliydi. Köşeler tutulmuştu. Piyasaya girmek çok zordu. Uğur’la da denk gelirse çalışabiliyordum, daimi bir asistanı vardı zaten. Onun dışında da piyasada işverenler kendi ekipmanıyla gelirdi. Kamera, yanında asistanıyla kiralanırdı. Baktım zorlanıyorum. Başka bir tarafa kaydım, ışıkta çalıştım bir süre. Işık asistanlığı yaptım. Ondan sonra yaz aylarında laboratuvarlarda çalışmaya başladım. Şafak Film’de çalıştım. Filmin kimyası nedir, ne değildir öğrendim ve okul bilgilerimi pekiştirmek açısından çok faydası oldu bana bu çalışmaların. Böylece yavaş yavaş girdim sektöre. Ama çok zor oldu. Çok sancılı oldu. Bir tarafta sektörün eskileri var, yenilere pek şans verilmiyor. Okullu olmak ciddi bir dezavantajdı, ukalalık gibi geliyordu bizim durumumuz insanlara. Alaylı ve okullu arasında tatlı bir sürtüşme vardı yani.

Sinema nasıl başladı?
Bir şirkette asistan olarak işe başladım. Kamera departmanında, kameradan sorumlu adam olarak çalışmaya başladım. O zaman uzun metrajlara gitmeye başladım. Şansıma da Ertunç Şenkay’la tanıştım. Ertunç Abi benim için çok önemli bir adamdır. Çünkü okulda öğrendiğin doğrular başka, öğrendiklerini pratiğe geçirmek başka. Ertunç Abi alaylı olmasına rağmen çok pratik bir sinema zekasına sahiptir. Işık kurma konusundaki çözümleri çok yaratıcıdır. Beni çok etkilemiştir, kendimi geliştirmemde katkısı büyüktür. Türkiye için ideal bir adamdır. Hele 4-5 haftada çekilen sinema filmleri olduğunu düşünürseniz, ideal ışıklar yapan çok başarılı bir adamdır. Tarzını, insan ilişkilerini çok severim. Sert bir adamdır ama komiktir de aynı zamanda. Çok eğlenceli geçiyordu onunla çalışma zamanlarımız. Reklam asistanlığı kısmında da yurt dışından gelen ekiplerle çalıştım. Yabancı yönetmenler, görüntü yönetmenleri geliyordu. Onları çok dikkatle gözler izledim. Bana öğretilenlerle, gördüklerimi kafamda örtüştürüp bir şekle sokmaya çalışırdım.

Sektör içinde bir tarz ve tavırdan söz etmek pek mümkün değil ama daha yakın olduğunuz bir tarz var mı?
Kendime bir tavır vermeye, tarz yaratmaya çalışıyorum. Aslında okula girdiğiniz ilk andan itibaren bu durum doğal olarak sizinle birlikte yürüyor. Tavır, tarz zamanla gelişip yerleşen bir durum. Ben, bir zaman sonra tek kaynaklı sert ışıkları seven bir adam oldum mesela. Yani bu tarz meselesi projeye göre değişen bir durumdur ama, sinema görüşüm biraz daha o yöne kaydı diyebilirim. Çok ışık yapmış gibi değil de, daha çok işin doğalında dolanan insanların tarzını sevmeye başladım. Darius Khondji gibi Janusz Kaminski gibi adamları seviyorum. Onların yaptığı her işi seyrediyorum.

Masumca seyredebiliyor musunuz? Yani perdede oynayanı sıradan bir film gibi izleyebiliyor musunuz?
Yok. Ben okula girdiğimden beri sinema filmini "film" gibi izleyemiyorum. Keyif almıyor muyum, alıyorum elbette.

En son ne izlediniz?
Ridley Scott’ın son filmini “Body Of Lies”ı izledim. Kafamdaki sinemaya çok yakın bir iş çekmiş adam. Ridley Scott’ın yanında çaycı olmayı bile isterdim, şu halimle ve durumumla yani. O kadar beğendiğim bir adamdır..

SS05


Yabancı ekiplerle de çalıştınız. Bizi nasıl buluyorlar?
Pek çok yabancı ekiple çalıştım. En son, “Kurtlar Vadisi Irak” filmi için Ridley Scott’ın efekt grubu Mark Meddings geldi. Onlara sordum. Nasıl görüyorsunuz burdaki durum nedir, dedim. Adamlar çok büyük projelerde çalışmışlar. Saving Private Ryan, Black Hawk Down, Gladiator gibi onlarca büyük projede çalışmışlar. "Garip insanlarsınız. İlk başta çok tedirgin olduk. Çekinerek geldik ama Türkiye’de genç insanlar bir iş yapıyor madem bize de teklif ettiler bakalım dedik. Aslında verdiğiniz paraya dönüp bakmazdık ama meraktan geldik." dedi. Çok keyiflenmişler bizimle çalışırken. Mesela "Siz çözüm bulmak üzere kodlanmışsınız. Olanaklar kısıtlı da olsa bir şekilde durumu çözmek üzerine kodlanmışsınız." dediler.

Sizin döneminiz ve sizden biraz önce mezun olanlarla birlikte dikkat çekmeye başlayan bir “görüntü yönetmeni” kavramı var. Önceden sektörün içinde de öne çıkmayan bir kavramdı. Maalesef kavramsal olarak hâlâ sıradan insana hiçbir şey ifade etmeyen bir mesleğiniz var. Siz bu geçiş dönemini nasıl yaşadınız?
Sektöre çıktığımız dönem 88-89 seneleriydi. O zamanlar özel kanallar yok. Hiçbiri yok. Bir tek TRT var. Yeşilçam, video film furyasına girmiş, hatta o dönemin sonu gibi. Aman aman bir sektör de yoktu ortada, halen de olmadığı gibi. En çok reklam sektörü gelişmekteydi. Yeşilçam’da bir film çekme maceram var benim. İnanılır gibi değil. Aşkın Sağıroğlu ile bir filme çağrıldık. Gittik, 4 metreye 3 metre bir ofis. Ortalıkta yoğun bir küf kokusu var. Aşkın’la ben birbirimize bakıyoruz. Okulda bize işimizin anlatıldığı şekliyle o anda bulunduğumuz ortamın en küçük bir alakası yok. Aslında tam olması gereken gibi anlatılıyor okulda ama, dışarıda öyle bir gerçek yok. Bize okulda öğretilmiş, lensler şöyle muhafaza edilir, negatifler şurada saklanır. Alakası yok. Adam başladı konuşmaya. Yönetmen şu, oyuncular bu, anlatıyor. Ben, kamerayı görebilir miyim, dedim. Kamera 2C ya da 2B, ne olduğunu da tam anlayamadım zaten. Vizörden bakıyorsun resmin yarısı flu, ortaya denk getirebilirsen gözünü görüntü nispeten netleşiyor. Lenslerin halkaları kaymış. Son derece büyük bir hayal kırıklığı yaşadık. Okula gittim, hocalarıma anlattım durumu. “Biz o sebeple size sektörden uzak durun diyoruz. Zehirlenirsiniz, yanlış öğrenirsiniz.” dediler. Tamam, uzak duralım zehirlenmeyelim ama sonuçta bu gerçekliğin içinde iş yapacağız hepimiz bir gün. Muhataplarımız, işverenlerimiz bu insanlar ve bu olanaklar. Bir şekilde ara yolu bulmak lazım. İşte o ara yolu bulmak çok zordu ve uzun sürdü. Kendimizi kabul ettirmek çok zor oldu. “Alaylı” ve “Okullu” gibi çok keskin bir çizgi vardı. Sette herkes bir tuhaf bakıyor okullusunuz diye. Set işçisi de küçümseyerek bakıyor. Bu sebeple insan ilişkileri düzgün olanlar, kolay iletişime geçme becerisi olanlar bu engeli çabuk aştı. Hiç kolay değildi. Herkesin gözü üzerimizdeydi. "Okulda yanlış öğretmişler size" diyor adam mesela. Ya nesi yanlış asıl doğrusu bu, kitabi şey burda işte, diye gösteriyorsun ama faydasız.

Yönetmenlerin tavrı nasıldı size karşı?
Ben Yavuz Özkan’la çalıştım, 3 filmde. Aramız çok iyiydi. Yavuz Abi, okumuş yani duruma vakıf olan insanlara karşı çok saygılı ve ilgiliydi. Hep sorardı. Bir nev-i danışır gibi yapar, o anlamda bizi motive ederdi. Yılların sinema tecrübesi var tabii. Çok güzel geçti asistanlık dönemim. Hatta son olarak geçen yaz bir film için çağırdı beni ama vakitlerimiz uymadı. Ters bir yönetmenle başlayıp meslekten soğumak gibi bir durum da oluşabilirdi. Tam tersine Yavuz Abi kucakladı bizi. Gökhan Atılmış’la birlikte çalıştık Yavuz Abi’yle o dönem. İyi bir dönemdi bizim için. Ertunç Abi’den sonra Yavuz Abi’yle çalışınca sinemayı sevdirdiler bize. Mesela hiçbir sette bana bağırıldığını, aşağılandığımı hatırlamıyorum. Böyle bir gelenek de var çünkü. Kıstastır yani. Adam ustasından azar işiterek büyüdüğü için çırağına da öğrendiği gibi davranıyor. Ben o durumu hiç yaşamadım.

Ekranla ilişkiniz nasıl başladı?
Kanal D’de “Mini Miniler” adında bir iş vardı. Serdar Akar çekiyordu orada başladım. Okul kapalıyken cumartesi pazarları yani asistanken, görüntü yönetmeni gibi takıldığım ilk işimdir. Sonra TRT’ye bir iş yaptım. Rahmetli Selim Naşit oynuyordu. 4-5 bölüm çalıştım. O da pek tutmadı. Çok dikkate değer işler olamadı ama televizyon bazında kendimi geliştirmeme yaradı. Asıl müzik klipleriyle bir çıkış sağladım denilebilir. 120’ye yakın klip çektim. Kendime ışıklar bulurdum. Kafamda kurduklarımı uygulardım. Çok deneyim kazandırdı bana. İlk film pozladığım klip Abdullah Oğuz’la, Sertab Erener’in “Ruya” klibidir. Peşinden “Adam” şarkısının kilbini yaptık ve “Uhte”yi çektik. Ödüller aldı onlar yurt dışında. Aslında en çok kriz zamanı çok zorlandım. Malum 8 senede bir kriz çıkıyor bu ülkede. 2000 krizi esnasında hayata küstüm diyebilirim. Askerden gelmişim. 8 ay yok olmuşum piyasadan. Değil 8 ay, 8 gün ortalıkta görünmesen hemen unutulursun, yerine başkaları gelir bu piyasada. İşte o zaman doğru meslek ama yanlış memleket dedim, kendi kendime...

Gitmeyi düşündünüz mü?
Yok. Hiç düşünmedim.

Teklif geldi mi?
Teklif geldi ama artık 20'li yaşlarda değilsin ki macera yaşayabilesin. Evlenmişsin, çocuk sahibi olmuşsun. Co- production bir iş olur, o tamam. Yurt dışında yapamam mı, diye soruyorum kendime, yaparım. O konuda sorun yok. Çektiğim filmleri yurt dışından gelen ekiplere gösteriyorum. Olumlu tepkiler alıyorum. Ama artık adamlar yurt dışından buraya geliyorlar mesela reklam çekmeye, beni niye götürsünler oraya? Aslında bu memlekette bu işi yapmak çok keyifli. Doğru insanlara denk gelindiği zaman çok iyi işler yapmak ve keyif almak mümkün. Zaten bizim en büyük problemimiz, sektör müyüz, değil miyiz? Hala bunun ayrımına varabilmiş değiliz. Sendikamız var ama neyin sendikası? Daha 2-3 hafta önce iki tane insan öldü, ne oldu? Yaptığımız diziler gibi oldu. Kuma bir yazı yazdık, dalga geldi götürdü.

Şimdi yolda gelirken onları düşünüyordum. Allah rahmet eylesin. Olayın ertesi günü Sine- Sen alevlendi. Toplaşıp yürüdüler. Bitti. Sonra ne oldu, kimsenin bir haberi yok...
O kadar. Bakın, ben size Sine- Sen üye kartımı göstereyim. 1995 yılından beri üyesiyim. Kavga dövüş, meslek haneme kameraman yazdırdım. Yılda 120 lira aidat veremeyecek kadar düşkün bir adam mıyım ben? Değilim. Sendika olarak sen neredesin? Hiçbir hakkımı savunmadıktan, aidat toplamaktan başka bir varlık gösteremedikten sonra biz neyi konuşacağız ? Toplanalım miting yapalım, Taksim Meydanı'na çelenk koyalım, sonra ne olacak? Senin sendika olarak herhangi bir yapımcıya, bir tv kanalına yaptırım gücün yok ki!



SS02


Bana göre "çalışma şartları" meselesinin aşılması ve iyileştirilmesi pek mümkün değil. Eğer olur da şartlar birgün değişirse, bu sektör mensuplarının mücadelesinden değil, sektörün temayüllerinin değişmesinden olacakmış gibi geliyor...
Aynen öyle. Bu piyasanın kalbur üstü yapım şirketleriyle çalıştım. Hâlâ da çalışıyorum. Baktığında verdikleri ücretler iyi, insanlara yaklaşımı iyi, şartlar daha insani, sigortan var, ödemeler düzenli. Araç derdin yok, alıyorlar sete götürüyorlar evine teslim ediyorlar. Ama ona rağmen ben her gün 17 saat mesai yapıyorum. 17- 18 saat çalışıyorum. 17 saat çalışan bir insandan nasıl verim bekleyebilirsin? Yapılan işler aslında mucize. 90 dakika- 87 dakikalık bölümler çekiliyor. 6 günde, hatta 6 gün de değil 5 günde çekiliyor. Sonra da televizyon eleştirmenleri çıkıp, “şurda şu olmuş, arabanın ışığı böyle olmuş, bu adam gizli gidiyordu bu nasıl ışık?” diyorlar. Kardeşim, biliyorsan bana anlat, ben de uygulayayım. Gece çekiminde, araba içi çekiminde nasıl bir ışık olur sen bana anlat, nasıl aydınlatacağımı söyle, ben de ona göre ışık yapayım. Misal istersen sen gel, 17 saat, 18 saat süreyle 5 gün sette dur, bakalım ondan sonra o sette çalışan insanları eleştirebilecek gücü bulabilecek misin?

Eleştirme demiyorum. Ama sen meselenin ışığına kadar girerek eleştireceğine, içinde bulunduğun sistemi, yazdığın gazetenin patronunu eleştir. Kanal sahibi olan onlar. Bu insanların hiçbiri köle değil. Bize öğretilen nedir? Bir insanın bedenen ve zihnen fokuslanabildiği makul süre maksimum on saattir. Biz sabah 7’de başlıyoruz çekime. Haricide başlıyoruz. Kar yağıyor, tipi oluyor yağmur çamur altında çalışıyoruz. Ondan sonra kat kat giyinip, galoşları takıp iç mekana giriyoruz. Ev sahibi sanki evine hayvan sürüsü girmiş gibi bakıyor, parasını alıyor ama çok da beğenmiyor yani bizi. Filmciler geldi, diziciler geldi, diyor küçümseniyoruz. Ondan sonra televizyona çıkıyor, vay efendim orası da şöyle oldu. Neyiz biz? Niye bizi bu kadar eziyorsunuz ki, çok adi bir iş mi yapıyoruz?

Bu sorunu yine bu sektörün kısmen vazgeçilmezleri yani pastadan büyük dilimi alanlar çözemeyecek mi?
Türk insanının problemi hep aynı. Başımıza bir iş gelmediği sürece bütünleşemiyoruz. Bütünleşsek bile kısa bir an için yan yana durabiliyoruz. “Biz kaç kişiyiz” adında bir platform vardı mesela, ne oldu onlara? Mitingler yapıldı, yer gök inledi, sonuç? Adam şimdi hapiste, kaç kişi kaldı arkasında? Biz kendi aramızda da çok denedik birlik olmayı. Amerikan sineması gibi "Society" olmayı denedik. İlk toplantıda tartışılan konu şuydu: ben ayda altı tane iş çekiyorum, yedi çekmek isterim. Ben diyorum ki, ben ayda bir iş bile çekemiyorum o işi bana pasla. Kimse yanaşmıyor. Şimdi böyle bir durumda kiminle neyi halletmeye çalışabilirsin? Hiç kimse kendi cebinden üç kuruş eksilsin istemiyor, daha gelmemiş olanı bile kayıp gibi düşünüyor. Bizlerin kiralanan kamera kadar bile kıymeti yok. Onun sigortası peşin ödenir. Başına bir kaza gelmesin diye özen gösterilir ama bizim o kamera kadar kıymetimiz yok. Mesela ben arkadaşlarıma da tavsiye ediyorum imkanı olanlar mutlaka özel sağlık sigortası yaptırsınlar.

Eskiye göre daha çok ve sık konuşuluyor bu sorunlar. Eskiden kendi aranızda konuşuyordunuz şimdi ben, o, yani sıradan insan da konuşuyor.
Konuşulur da çözüme gitmek çok zor. Tuzla’da kaç tane insan öldü? En son benim bildiğim 110 kişi. Ne oldu? Kriz geldi, işler durdu da insanlar ölmüyor. Yoksa şartlarda bir gelişme sağlandığından değil. Sektörel bazda baktığımızda hiçbir garantimiz yok. Diziye başladın diyelim. Hayatının 1 senesini o işe angaje ederim diyorsun. Sonra 3 bölüm çekiyorsun, 4. bölüm paketleniyor proje. Dizi kalktı, diyorlar. Bana başka iş gelmişti o esnada ve gitmedim. Ne olacak şimdi? En azından 13 bölümlük bir anlaşma imzalamam lazım ki kendimi güvenceye alabileyim. O zaman proje 5. bölümde de bitse, -devam ederse ne ala- bir garantim olabilsin.

Uzun zamandır Pana Film'in projesinde çalışıyorsunuz. Kurtlar Vadisi. Pana Film’le ilgili başka insanlarla da konuştuğumda nispeten daha iyi şartlarla çalıştıkları söyleniyor, doğru mu bu?
Çalıştığım en iyi şirketlerden biridir. 5 senedir bu insanlarla çalışıyor olmamın sebebi başka türlü açıklanamaz. Onlar benden memnun, ben de onlardan memnunum ki ortak bir paydada buluşuyoruz ve devam ediyoruz. Biraz daha insani saatlerde çalışılıyor, daha iyi yemek yeniyor, geç kalan insanlar evlerine arabalarla bırakılıyor. Ama kanaldan gelen taleb, 85 dakika. 85 dakika iş teslim etmek durumundasın. Çünkü kanal 3 tane reklam kuşağı koymak istiyor araya Kanal 85 dakka iş istedikten sonra Pana Film olsa ne yazar, Metro Goldwyn Mayer olsa ne yazar? Amerika’da adamlar senaryoları 60 dakika istedi diye bütün senaristler ayaklandı, yazmıyoruz dediler. Oyuncular, yönetmenler ayaklandı. Topluca greve gittiler. Sonunda yine 45 dakikaya bağlandı. Avrupa Yakası mesela sitcom değil mi? 110 dakika süren sitcom olur mu?

Haklısınız... Sizce yeterince yetişmiş adam var mı bu sektörde?
110 tane diziyi kaldıracak kadar adam yok. 110 tane yönetmen, 110 tane görüntü yönetmeni yok, dünyada yok. Böyle baktığında sektör bir elin parmağı kadar yönetmenin etrafında dönüyor. Doğru dürüst iş yapan yönetmen sayısı 10- 15'i geçmez.

Blog okurlarına doğru görev tanımı anlatabilmek için ekran işlerini baz alarak bir bölümün çekim günlüğünü anlatır mısınız? Yani nerede başlıyor göreviniz ve nerede bitiyor?
Görüntü yönetmeninin vazifesi senaryoda yazılanı, yönetmenin kafasında var olanı elindeki materyalle yansıtmak, görünür hale getirmektir. Bu film olur, video olur, dizi olur fark etmez. Senaryoda var olan atmosferi yaratan, yönetmenin kafasındaki dramatik durumu ortaya çıkaran insandır. Sabah gelir. Çekilecek sahnelere bakar. Harici sahneler var diyelim. Sahnenin durumuna, havanın çatlağına patlağına göre ışığı dengeler. Şaryonun hareket alanını belirler, kullanılacaksa elbette. Kısacası yönetmenin yaratmak istediği dünyayı resme aktaran adamdır.

Sanat grubuna da karışır mı?
Elbette. Set hiyerarşisine göre birinci adam yönetmendir, ikinci adam da görüntü yönetmenidir. Yönetmen zaten işin genel havasını, gereklerini sanat grubuyla konuşmuştur. Karar vermiştir. Biz karar verilenin uygulamada sorun çıkarmamasını denetleriz sadece. Zaten yönetmenle ortak bir resim görüyor olmanız lazım aksi halde başarılı olamazsınız. Onun ak dediğine ben kara dersem, o iş yanlış olur. Görüntü yönetmeninin sanat yönetmenine de, ışıkçıya da, set grubuna da etkisi vardır. Ama dediğim gibi, yönetmenle parallel gittiği zaman doğru sonuç çıkar. Aksi halde yönetmen filmi değil, görüntü yönetmeni filmi olur. 19 yıllık meslek hayatımda hiçbir zaman yönetmeni ezen bir tavrım olmadı. Yönetmen ne istiyorsa onu yerine getirmeye çalışan bir adam olmaya özen gösterdim. Yönetmenini, yapımcısını mutlu eden görüntü yönetmeni ideal görüntü yönetmenidir.

SS01

Yapımcı mı?
Yapımcının da istekleri var. Onun da projeyi oluştururken hayal ettiği, baz aldığı bir dünya var. İş öyle başlıyor. Okuduğu senaryonun onda oluşturduğu dünyayı kim yaratır diye düşünüyor. Şu yönetmen olsun diyor. Yönetmen diyor ki, benim kafamdaki resmi en iyi kim yapabilir? X yapabilir. Yani kurulan ekipler tesadüfi değildir hiçbir zaman.

O günün çekim programı bittiğinde sizin de işiniz bitiyor mu?
Montaj ve seslendirme kısmına ben pek katılmıyorum. Sadece color correction dediğimiz renk düzeltme durumu var. Yani sette müdahale etme şansının olmadığı bazı anlar olur. Color Correction o tür durumları toparlayacak işlemi yapan birimdir. Filmin toplam ambiyansını doğru olarak renklendirdiğiniz bir yer, oraya gidip rengi seçiyorsunuz. Mesela Asmalı Konak'ta sarı hakim bir renk vardı. Kurtlar Vadisi’ne başlarken biraz daha soğuk bir renk olsun istedim. Mavi ağırlıklı bir durum yaratmak istedim. Işte o maviyi bütün filme yaymak için çekim sonrası bölümün gittiği bir yer var, ondan sonra benim işim bitiyor.

Asmalı Konak gerçekten çok güzel bir projeydi. Her zaman güzel işler çıkabiliyor ama fenomen iş çok az çıkıyor. Asmalı da öyle fenomen bir işti. Tamamında var mıydınız?
Ben ikinci dönem vardım. Yani Seymen Ağa’nın mayın tarlasına girip patlamasından sonraki dönemde vardım. Açıkçası o işin sahadaki başarısı Çağan Irmak’la alakalı. Çok pozitif bir adamdır. Sinirli mi derseniz, evet çok tartışmalarımız olmuştur. Ama dersini çalışıp gelen bir adamdır. Asmalı Konak’ın sanat yönetmeni, dersini çalışıp gelen bir insandı. O sette herkes dersini çalışıp sete çıkıyordu. Çağan’ın o zamanki ekibinin şu anda bulunduğu yerleri söyleyeyim. Sanat grubunda Murat Güney vardı. Babam Ve Oğlum’un ve Issız Adam’ın sanat yönetmeni oldu. Ayla İncekol’un bir sürü işi var. Irmak Çığ var, suflördü, en son Yol Arkadaşım’ın yönetmeni oldu. Uluç Bayraktar vardı , dizi yönetmeni oldu. Bir anlamda da okul gibiydi dizinin seti. O gün orada olup, bugün çok iyi yerlere gelen bir sürü arkadaşımız var.

Biraz geriye dönmek istiyorum. Çünkü özellikle altını çizmek istediğim bir durum var. Evet, sektör şartları kötü. Ama sektör çalışanlarının da bir kısmının vasıflı eleman olamamasından kaynaklanan sorunlar olduğunu kabul ediyorsunuz değil mi?
Elbette. Kimi zaman yeni gelen asistanlara yakın planda adamın kafasının kesilmeyeceğini anlatana kadar göbeğim çatlıyor. Kadrajlar çünkü daha önce yaptığı işin devamı gibi geliyorlar, kendi dizinizin konseptini oturtmak biraz vakit alıyor. Ama iyi asistanlarım var. Bazen arkadaş veya talep üzerine gelenler oluyor. İyi olanlar kalıyor, bir ışık görmediklerimiz maalesef eleniyorlar.

Türkiye teknik ekipman ve alt yapı açısından yeterli mi?
Kesinlikle yeterli. Her tür teknik ekipmana sahibiz.

O zaman neden hâlâ temiz bir "gece sahnesi" izleyemiyorum?
O laboratuvarla yani filmin banyosuyla ilgili bir sorun. Maalesef o konuda yetişmiş teknik eleman eksiği var.

Mezunlardan bu işe yönelenler olmuyor mudur?
Sanmıyorum. Onlar hemen yönetmen olma peşine düşüyorlar. Günümüzde kimsenin kolay kolay ilgisini çekecek bir meslek değil. Çocuklar yönetmenlik daha çok para kazandırıyor sanıyor.

Ekipmanınızla mı gidiyorsunuz projelere?
Ben tüccar değilim. Hiç bu konuda yatırım yapmadım. Yapımcıyı da serbest bırakmak lazım bu konuda. Ben sadece ihtiyacım olanları söylerim ve yer gösteririm. İstediğim kalitede ekipmanı kimden sağladıklarıyla uğraşmam.

• Yakında
sinema filmi var mı?
Birkaç projeyle görüşüyorum. Vakit olmuyor çoğunlukla. Uygun zamanlama olursa her sinema projesine açığım. Ama 35’e çekilen işleri organizasyon anlamında daha samimi ve ciddi buluyorum. HD olması ekiplere bir rahatlık sağlıyor ve bu da sahada işe asılmayı değil, rahatlığı tetikliyor.

Son olarak gençlere ne söylemek istersiniz?
Çok film izlesinler, çok çalışsınlar ve iyi insan olsunlar. Bu işi yapmak için iyi insan olmak şart. Çünkü bizim işimiz insan psikoljisine hitap eden bir iş. Sevgiyle, severek yapılan her iş gibi.



İyi insan olmak... Bu lafın üzerine en yakışan şey susmak ve nokta koymaktır, sanırım. Selahattin Sancaklı bu sektörde çok uzun zaman, çok başarılı işler yapacak ve adını hatırlanacaklar listesine en tepeden yazabilecek iyi bir insan. Aslında ben düğmeye basıp kaydı durdurduktan sonra bir süre daha konuşuyoruz. Sohbete devam ediyoruz. Biz, hararetle merak ettiklerimizi soruyoruz, o bize cevap vermeye devam ediyor, bütün nezaketiyle. Bir ara, yeniden kayıt düğmesine basmaya niyetleniyorum. Ama sohbet hem çok teknik konularda seyrediyor, hem de fazla kişisel gelişiyor, o yüzden vazgeçiyorum. Çünkü masada bir fotoğrafçı ve neredeyse sinemacı kadar yetkin bir seyirci var. Aslında onlar ortak bir lisanda konuşup anlaşıyor, ben sadece dinliyorum. Bir süre sonra izin isteyip, teşekkür ederek kalkıyoruz.

Dışarıda yağmur başlamış. Dolmuşa binerek o yakayı terk etmem konusundaki bütün ısrarlara ve benim bütün çabalarıma rağmen taksiye biniyorum. Çünkü üşüyorum ve dolmuş bir türlü gelmiyor. Üç, iki, bir. Tek başıma kalıyorum. Yol boyunca, kulaklığı takıp söyleşiyi dinliyorum. Bir yandan da kucağımdaki kitaba bakıyorum. Tatlı Ruyalar. Yazan, Alper Canıdüz. Elimde tuttuğum, kitabın yedinci baskısı. İletişim Yayınları. Okur muyum? Okurum.


••
Fotoğraflar: Vedat Ozan


® Ocak 2009

.

Ana Sayfaya Geri Dön


.

29 Aralık 2008 Pazartesi

Ümit Ünal: Sanatın En Güzel Tarafı Önceden Belirlenmemiş Olması

ümitünal1


Bu söyleşi bir yeni yıl hediyesi, kendime ve blog okurlarına... Ümit Ünal, hem ekranla en az ilişkisi olan, hem de şöyleşilere başladığım andan itibaren ulaşmak için hatır kullandığım ilk konuğum. Bir araya geldiğimizde aslında söyleşmek için hatır kullanmaya ihtiyacımın olmadığını sadece yoğun bir dönemine denk geldiğim için yolladığım mesajın arada kaynadığını da anladım. Ama olsun. Torpil kullandım mı? Kullandım. Bu da, söyleşiyi kişisel hatır tarihime altın harflerle yazmaya yeterlidir. Emeği geçen herkese teşekkür ederim.

Ümit Ünal güler yüzlü, her an neş’e içinde kahkahalar atabilen, kalbini olduğu gibi açabilen bir çocuk adam. Yani varlığıyla sizi rahatlatıyor ama kolayca teslim olmuyor. İyi bir öykücü olduğu da sohbet esnasında açıkça ortaya çıkıyor. Kurgulamıyor anlattıklarını ama, yolunuzu rahat bulmanız için hazır halde anlatıyor hikayesinin başını sonunu. Hassas cümleler kurduğunda ya da ezber bozacak herhangi bir beyanda bulunduğunda lafın sonunu kahkahalarıyla süslüyor. Bu özelliğini karşılıklı konuşurken değil, söyleşi kaydını deşifre ederken anladım. Öyleyse dikkat! Ümit Ünal, sohbet esnasında lafını neşeli bir kahkaha ile noktalıyorsa, duyduklarınıza kulak kabartın. Ağzından dökülenler varsaydığınızdan daha keskin niyetli cümleler olabilir. Gülüyor diye, sakın hafife almayın.

Hazır fırsat bulmuşken itiraf etmeliyim ki oyunculardan çok hikayecilerle, senaryo yazarlarıyla sohbet ederken ve onların söyleşisini kaleme alırken geriliyorum, heyecanlanıyorum. Bu söyleşi vesilesiyle bunu da anladım. Bir tür kendi kalemini, cümlelerini, onların malzemesinden yaratacağın yeni hikayeyi beğendirme çabasına giriyor insan. Tıpkı bu söyleşide de olduğu gibi. Sanırım profesyonellik de bu kaygudan kurtulduğun anda başlıyor. Hoş, bu sefer soru- cevap şeklinde gelişen sohbetimiz o kadar verimli geçti ki aralara girip çıkmaya gerçekten kıyamadım, söyleşiyi olduğundan da fazla uzatmak istemedim ve bu haliyle sunmaya karar verdim. Öyleyse buyrun…

• Ekranla en az ilişkisi olan söyleşi konuğum sizsiniz. Yanılmıyorsam, bugüne kadar tek bir dizi çektiniz değil mi?
Hayır, iki dizide yönetmen olarak çalıştım. Bir tanesi Yavuz Turgul’un denetiminde çekilen “Biz size aşık olduk”, Beyazıt Öztürk ve Meltem Cumbul oynuyordu. İlk 7 bölümünü çektim. Bir de Barış Pirhasan’nın senaryosunu yazdığı “Günahım Neydi Allahım” diye bir dizi vardı, Kenan Işık ve Sanem Çelik oynuyorlardı, onun da ilk 3 bölümünü çektim. 4. bölümün yarısında ayrıldım. Ayrıca Atıf Yılmaz için “Tatlı Betüş” diye bir dizi yazdım. Bir de Uğur Yücel için “Aziz Ahmet”in 7 bölümünü yazdım. Ama dizi dünyasından çok memnun olmadım hiçbir zaman. Sinemadan ya da reklamdan gelen birisi için dizi dünyası yeterince tatmin edici değil. Özellikle yönetmenlik açısından. Yazar açısından da aynı durum söz konusu. Dizi yazmak ya da çekmek sadece parasal olarak tatmin edici bence.

Yani bir ekran projesi teklif edilse yönetmem mi diyorsunuz?
Evet, pek düşünmem. Ancak benim yazar olarak da kontrolümde olacak bir iş olursa o da sonsuza kadar gidecek bir dizi değil de, 13 bölümle sınırlı bir proje olarak düşünülen bir iş olursa, o zaman düşünürüm. Aksi halde bu şartlarda bu tempo, ölçümleme sistemi ve ilişki düzeni içinde dizi çektiğimi hayal edemiyorum.

Dokuz Eylül mezunusunuz değil mi?
Dokuz Eylül, Sinema Televizyon mezunuyum. 1965 doğumluyum. 85’de mezun oldum, 20 yaşında.

Aynı kuşağın insanıyız, belki erkek çocuk olmanız hasebiyle tercihiniz çok sorgulanmamış olabilir ama yine de cesur bir seçim yapmışsınız. Benim zamanımda en popüler okullar iktisat, hukuk ve mimarlıktı. Neden sinema okudunuz?
Ben aslında ressam olmak istiyordum. Resime biraz yeteneğim vardı, hâlâ var da pek yapmıyorum. Annem çok desteklerdi resim yapmamı, çok da hoşuna giderdi. Babam daha çok mimar olmamı çok isterdi. Üniversite sınavları öncesinde bizim okulun içerik açıklamasını okuyunca, sinema çok çekici geldi. Bir yandan da uzak geliyordu. Sanki benim yapamayacağım bir şey gibi geliyordu. Ama çekiciliği ağır bastı ve girdim. Dört yıl boyunca çok iyi arkadaşlar, çok iyi hocalar tanıdım ve çok hoş zaman geçirdim. Bizim dönemimiz çok çok iyi insanlarla doluydu. O dönemden yani bizden önce, bizim sınıf ve bizden sonraki sınıftan bir çok yönetmen, senarist, dizi yönetmeni çıktı. Küçüklüğümden beri bir şekilde çok okuyordum, resimle sanatla çok ilgiliydim. Ama bizdeki eğitim sistemi çocukların var olan yeteneklerini okul öncesi fark etmesini ve geliştirmesini sağlamıyor. Dolayısıyla da üniversite bu vazifeyi görüyor. Üniversite yıllarım çok verimli geçti ve bana çok faydası dokundu.

Sinema Tv’de okurken mi senaryo yazmaya başladınız?
Önce kısa filmler yapmaya başladım. Üç- dört tane kısa film yaptım. Üç tane aslında dördüncüsü bitmedi sonra da kayboldu kopyaları. Çektiğim kısa filmler çeşitli yarışmalarda ödül aldı. O zaman fazla yarışma da yoktu. Bahsettiğim yıllar 1983-84 seneleri. Sadece İfsak vardı, bir de Ankara’da Kurgu Kısa Film Yarışması vardı. Yaptığım filmler oralarda ödül aldı. Sonra okulun son yılındayken “Teyzem” filminde bahsettiğim olaylar yaşandı. Teyzem hastalandı. Bir yıl içinde neredeyse hızlı bir biçimde hastalığı gelişti ve intihar etti.




Devamını buradan okuyun



••
Kapak Fotoğrafı: Ahmet Mocan



®
Cihangir, Aralık 2008

.

Ümit Ünal:Sanatın En Güzel Tarafı Önceden Belirlenmemiş Olması

ümitünal1


TEYZEM OTOBİYOGRAFİK BİR HİKAYEDİR

Ben de bu olaydan çok etkilenip hikayesini yazmaya başladım. Senaryo diyemiyorum, 30 sayfalık bir hikayeydi. Hatta daha çok kısa film senaryosu gibiydi. Daha sonra İstanbul’a geldiğimde o hikayeyi bir kaç kişiye gösterdim. Atıf Yılmaz’ın asistanı Leyla Özalp’le tanışmıştım. Leyla okudu hikayemi ve çok hoşuna gitti. Film yapılabileceğine inandı. Atıf Yılmaz’a beğendirmeye çalıştık. Hikayeyi beğendi ama film yapılabilmesi meselesiyle pek ilgilenmedi. Ben de filmimde Müjde Ar’ın oynamasını çok istiyordum. Leyla, Adı Vasfiye’de 4. asistan olarak işe başlamamı sağladı. Ve filmin baş kadın oyuncusu Müjde Ar. Böylece Müjde’yle tanışma şansım oldu. Teyzem’i ona okuttum. Çok hoşuna gitti. Ben bu filmde mutlaka oynarım dedi. Bütün bunlar Kasım ayında oluyor. Mayıs ayında hikayem Milliyet Gazetesi’nin yarışmasında birinci oldu. Haziran ayında filmi çekmeye başlamıştık. Demek eskiden bu işler çok çabuk oluyormuş.

Yarışma şartnamesi yüzünden mi Halit Refiğ çekti filmi?
Hayır. Müjde Ar zaten bu hikayede oynamak istiyordu. O zamanlar starlar çok güçlüydü. Şimdi de öyle etkisi olan oyuncular var mıdır bilmiyorum ama, o zaman Müjde bir hikayede oynamak isterse zaten o proje çekilirdi. Halit Refiğ’in aslında başka bir projesi vardı Müjde’yle çekmek istediği hatta proje Müjde Ar adıyla satılmıştı. "Kurtar Beni” adında bir projeydi, çekti daha sonra Halit Bey o filmi. Gülşen Bubikoğlu ve Talat Bulut oynadılar. Bir fahişeye aşık olan imam hikayesi. İlginç bir hikayedir aslında ama Müjde o filmde oynamak istemedi ve Teyzem’i çekerseniz, oynarım dedi. O zaman Halit Refiğ’in çalıştığı yapımcı da kabul etti ve böylece film gerçekleşti.

Yazmak dışında sette görev aldınız mı hikayenizin çekilirken?
Evet, 2. asistandım, Bir yandan senaryoyu yeniden yazıyordum sette. Bir sürü sahneyi sette yeniden yazdım.

Gerçekten kötü bir asistan mıydınız?
Asistanlık başka bir zihniyet gerektiriyor. İyi bir lise talebesi olanlar, iyi asistan olabilir. Sette benim kafam çok karışık oluyordu. Daha çok yönetmeni izlemeye dalardım. Onun işini düşünürdüm. O sahne böyle olsa, şu sahne böyle olmaz diye düşünürdüm hep. Bu yüzden de asıl yapmam gereken vazifeleri yapamazdım. Kötü bir asistandım gerçekten.

Hikayenizin filminden memnun olmadığınızı okumuştum bir röportajınızda…
Şöyle anlatayım. “Teyzem” otobiyografik bir hikaye. Benim teyzem oradaki gibi yaşadı ve öldü. Hikayeyi yazarken İstanbul’a geliş deneyimimi de ekledim. Asıl hikaye Bursa’da geçiyordu. İstanbul’da geçiyormuş gibi yaptım. Çocuğun İstanbul’dan etkilenmesini filan katmak istedim. Beğenmemek kısmına gelince, benim yapmak istediğim bir parça daha hafif bir filmdi.

Hafif?
Hafif demeyeyim tam tersi aslında hafif görünümlü daha ağır bir filmdi. Kitsch bir görünüm isterdim. Ajda Pekkan’ın eski şarkılarını kullanmak istiyordum. Kızın tuttuğu hatıra defterlerinin görüntülerini kullanmak istiyordum. Ve senaryo biraz daha ileri geri gidişli bir senaryoydu. Halit Refiğ’in de tarzı hiç bu düşlediğim havalarda olmadığı için hikayenin daha çok psikolojik tarafına ağırlık verdi. Teyzem, çekildiği dönem itibariyle tam da Türk Sineması’nın değişim dönemlerine denk geldi. O dönem yapılan filmlere bakarsak örneğin; Züğürt Ağa ve Muhsin Bey var. Her iki film de bugün bile bakıldığında teknik olarak düzgün çekilmiştir ve iyi prodüksiyonlardır. Onlarla kıyaslarsanız, Teyzem sanki çok daha eski zamanda yapılmış bir film gibi duruyor. Halit Bey tekniğe de çok önem veren birisi değildi. Kısacası prodüksiyonundan memnun değilim. Hikayenin yorumunu çok ciddi ve bazı yerlerde ağır buluyorum. Ama yine de duygusunu iyi geçiren bir film olduğunu düşünüyorum. Bütün aksaklıklarına rağmen. Teyzem, bugün bile benim en çok hatırlanan senaryomdur diyebilirim.

ümit2

GÖLGESİZLER BAŞKA FİLMLERE DE YOL AÇABİLECEK ENGİN BİR KİTAP

İyi bir hikaye, iyi bir senaryo çok kolay parçalanamaz, realize edilirken kolaylıkla bozulamaz diyorlar. Hepimiz biliyoruz ki çok başarılı bir hikayeci ve senaryo yazarısınız. Bunu siz de bildiğiniz için mi kendi senaryolarınızı çekiyorsunuz?
Teşekkür ederim. Son yaptığım film aslında kendi hikayem değil. Gölgesizler, Hasan Ali Toptaş’ın romanından uyarlama. Bu işe en başından itibaren hikaye üreterek başladım. Aslında bazen başkasının yazdığı şeyleri de kendime çok yakın bulduğum oluyor. Ama benim için bir filmin heyecanı önce hikayesiyle geliyor. Ve filmi hikayesiyle, diyaloglarıyla bir bütün olarak oluştururken büyük heyecan duyuyorum. Sanırım bu yüzden başkasının hikayesini, senaryosunu kullanmayı düşünmemiştim, Gölgesizler’e kadar. Gölgesizler de, bir roman uyarlaması ama açıkçası biraz kendi filmlerime benzettim galiba. Romanı çok değiştirdim. Tek başına film olması imkansız bir romandı. Onun için de belli noktaları öne çıkartarak ve hikayeyi bir sıraya koyarak bir tür yorum yapmak zorunda kaldım. Tam bir uyarlama denilemez o manada yani bir tür kaynak hikaye gibi oldu. Çünkü Gölgesizler başka filmlere de yol açabilecek bir eser, engin bir kitap ve benimki sadece yorumlarından biri olabilir. Öte yandan film bir anlamda da kitabın ruhuna çok uygun aslında. Diyaloglar, bazı sahneler birebir olarak kitapta var. Kitapta bir ölçüde belirsizlik vardı, sanırım o belirsizliği ortadan kaldırdım, dramatik bir çatışma yaratabilmek için.

Gölgesizler nasıl bir film oldu?
Ben çok memnunum. Beğeniyorum. Benim yaptığım diğer filmlere göre değerlendirirsem, ilginç bir film oldu. Bir kere, şimdiye kadar yaptığım filmler ufak bütçeli prodüksiyonlar olduğu için herkes benden teatral ve bol diyaloglu bir film bekliyor. Gölgesizler’de bütün film boyunca durmayan bir kamera var. Oradan oraya dolaşıyoruz, tırnak içinde aksiyon sahneleri var. Şimdiye kadar yaptıklarımdan çok farklı bir film oldu. Durgun değil. Tek mekan filmi değil. Diyaloglar diğer filmlerime kıyasla çok az. Filmlerimde deneysel olmayı seviyorum, farklı şeyler olsun istiyorum, hiç denenmemişi yapmayı istiyorum. Aslında bu anlamda da diğer filmlerime benziyor. Yani ilginç bir film oldu. Ben memnunum yaptığım işten.

Ne zaman izleyeceğiz?
Film, Ekim başında bitti. 27 Şubat’da gösterime girecek.

Mesleki kariyerinizde yoğun olarak reklam yazarlığı ve yönetmenliği yaptığınız bir dönem var. Sektörde, reklamda yetişmiş yönetmenlerinin sinemaya çok katkısı olacağına inanan bir grup var. Hatta sinemada reklam yönetmenlerine ihtiyaç olduğu iddiası var, siz bu teze katılıyor musunuz?
Hayır. Reklam filmi çekmenin beni teknik açıdan yetiştirdiğini söyleyebilirim. Reklamda büyük paralar var. Dolayısıyla da önünüze çok büyük teknik olanaklar seriliyor. Avrupanın en iyi stüdyoları bizde. Teknik manada dünya standardında işler yapılıyor. Düşünsenize, mini dv ile bir reklam çektim sonra onun sinema filmine aktarılmış halini perdede izledim. Bunlar insanı cesaretlendiriyor. Bu yüzden de 9’u hayal edip, yapabildim. Yani reklam beni teknik olarak çok geliştirdi. Ama her zaman da ikisini çok ayrı işler olarak düşündüm. Reklam yönetmenliği ile sinema yönetmenliği veya reklam yazarlığı ile yazarlık, edebiyat yazarlığı tamamen ayrı işlerdir. Daha önce bir röportajda da söylemiştim marangoz olmakla, aşçı olmak kadar farklı işler. Aslında aynı malzemeyi kullansa da, reklamda anlatacağınız şey en baştan bellidir. Size bir mesaj olarak verilir. Bir ürün var ve o ürün satılacak, siz de “bunu al!” diyeceksiniz. İş tarifiniz belli. Size kalan satılacak olanı bir kılığa sokup, biraz süsleyip, yenilir yutulur bir hale getirmektir. Halbuki sinemada, edebiyatta, sanatta daha doğrusu siz olmasanız ortaya çıkan bir ürün yok. Ona karşı bir talep de yok. Orada anlatılan şeyi kimse sizden önce akıl etmemiş zaten veya söylenen gösterilen şeyi sizden önce kimse görmemiş, düşünmemiş. Nasıl anlatacağını da kimse size dikte etmiyor. Sanatın en güzel tarafı önceden belirlenmemiş olması. Benim için en büyük farklılık bu. Ama bazı sanatçılar var ki reklam gibi düşünüyorlar, bir mesajı aktarmaya çalışıyorlar. Reklamdaki gibi formüllerle insanların algısına göre hareket ediyorlar. Onları kötü sanatçı olarak görüyorum. Reklamda da aynı durum var. Sanatı reklama karıştırdığınız zaman sıkıcı ve anlaşılmaz reklamlar doğurabiliyor. Şiir diliyle reklam metni yazanlar var, ikisini apayrı düşünmek lazım.

Siz bu ayrımı yaptığınızı düşünüyor musunuz?
Evet, ben bu ayrımı yapabildiğimi sanıyorum. Şimdiye kadar kimse filmlerime “reklam yönetmenliğinden geldiği için böyle olmuş.” demedi. Reklamda da uzun metraj yönetmenlerini beğenmeme hali vardır, filmi kesemiyor diye. Reklamda da böyle bir durum hiç başıma gelmedi. Dolayısıyla ikisini ayırabildiğimi sanıyorum.


ümit3

SİNEMADA YÖNETMEN YORUMLAYAN VE YENİDEN YARATANDIR. TELEVİZYONDA İSE SADECE UYGULAYICIDIR

Televizyon konusuna geri dönelim istiyorum. Ekran işlerindeki tempodan, ölçümlenme biçiminden, ilişki biçiminden mi hoşlanmıyorsunuz, nedir hoşlanmadığınız kısmı?
Televizyonun çok güzel bir mecra olduğunu düşünüyorum ama Türkiye’deki dizi yapım mantığı çok farklı. İngiltere’de bir dönem yaşadığım için oradaki işleyişi biraz biliyorum. Yurt dışında diziler bir proje olarak düşünülüyor. Proje olarak anlaşma yapılıyor, senaryolar yazılıyor daha sonra çekiliyor. Yani üretimin işleyiş biçimi çok farklı. Bize gelince, bir yapımcı ancak 3. bölümde parasını alabiliyor. Dolayısıyla ancak 3 bölüm senaryo yazdırabiliyor. Eğer 4. bölümde dizi kalkmazsa yani proje tutarsa, devamında da haftalık senaryolar yazılıyor. Öncelikle böyle bir tempoda iyi bir senaryo çıkması çok zor. En iyi senaristlerin bile çok kötü şeyler yazdığını gördüm. Dizilerin süreleri çok uzun. Net 80-90 dakika dizi yapıyorlar. 6 günde çekip, 1 günde kurgulayıp, montajını, dublajını yapıp, yayına hazırlamaya çalışmak kaliteyi çok düşürüyor. Bu tempo içinde çalışırken de yönetmenin görevi teknikere indirgeniyor. Sinemada yönetmen yorumlayan ve yeniden yaratandır. Televizyonda ise sadece uygulayıcıdır. Bazen yönetmenler değişiyor yerlerine asistanları ya da başkaları geliyor. Hiçbir anlamlı değişiklik olmadan yine dizi mükemmelen çekiliyor, sistem işliyor. Kendi başıma geldiği için gördüm. Yönetmen, organizatör konumundadır dizi meselesinde. Oyuncular açısından bakarsan, çoğunun aynı zamanda da başka bir işi vardır. Konseri var, oyunu var, yarışması var, ekstrası var. Yönetmensin ve ilk çözmen gereken durum şudur: Falanca Bey 2’de gidicek, Filanca Hanım da 12’de gelebiliyor. 7 sayfalık sahneyi çekmek için de önümüzde 2 saat var. Bunu ilk duyduğumda senaryoyu havalara attım. Nasıl olur diye. Sonra bir şekilde olduruyorsun. O sahneyi zamanlamaya uyarak çekmek ve kurtarmak bir başarı oluyor. Yorum katmak, o sahneyi daha izlenebilir hale getirmek gibi dertlerin havaya uçuyor. Bu durumda da işe kalite katmak pek mümkün olmuyor.

Büyüklerimiz, televizyon dünyası gündemimizdeki krizin de tetiklemesiyle gelecek sezon küçük bütçeli stüdyo programlarına ağırlık verilecek diyor. Böyle bir yönelim gerçekleşirse yani dizi prodüksiyonları azalırsa ekran oyuncuları sinemada yer bulabilirler mi dersiniz?
Sinemanın koşulları çok farklı. Sinema bambaşka bir yerde. O kadar farklı koşullarda film yapılıyor ki. Baktığınız zaman hepsini eşit gibi aynı potada değerlendiriyoruz ama, her biri aslında bambaşka koşullarda yapılıyor. Bir tarafta, televizyon etkili filmler var. Televizyon yapımcıları para yatırıyorlar ve televizyon oyuncuları rol alıyor. Televizyon seyircisi gibi seyircilere yönelik filmler oluyor bunlar da. Öte tarafta reklamdan gelen insanların reklamdan kazandıkları parayla yaptıkları işler var. Ve parasız yapılan benim filmlerim gibi tamamen olayın dışında filmler var. O kadar farklı koşullarda, o kadar farklı şekilllerde film yapılıyor ki oyuncuların duracağı zemini tahmin etmek zor. Örneğin Nuri Bilge Ceylan bence Türkiye’nin en iyi yönetmenlerinden biri, tamamen amatör insanlarla çalışıyor. İsimsiz insanlarla film yapabiliyor. Çağan Irmak, tamamen isimsiz iki insanı aldı, gişe filmi yaptı. Tam bir endüstrileşme gerçekleşmiş olsa ya da eski Yeşilçam gibi olsa şu andaki ortam, kimin nereden geleceği, nereden nereye gideceği belli olur ve belki net bir şey söylenebilir. O zaman da, evet sinemaya dönebilirler diyebilirsin, ama şu anda fazlaca belirsizlik var. Film yapan her insan neredeyse sıfırdan başlayarak yeniden bir düzen kuruyor ve herkes kendi başına hareket ediyor. Bir endüstrinin varlığından söz etmek mümkün değil. Bu sebeple oyuncular için “ekran yolu kapanınca sinemada devam eder” gibi net bir cümle kurulamaz.

Oyuncularınızı nasıl seçiyorsunuz?
İyi oyuncu olmasına göre seçiyorum. Bir de sinemada bence işin büyük çoğunluğu görüntüdür. Görüntüsüne göre de oyuncu seçiyorum. Elbette öncelikle yeteneğine göre seçiyorum. Yeteneksiz biriyle çalışmak zaten imkansızdır. Ama bazı oyuncular da sadece görüntü itibariyle hikayenize çok iyi oturuyorlar. Dursa, yakışıyor yani. Öyle de seçiyorum. Tiyatroya çok gidiyorum. Dizi seyretmiyorum ama bir oyuncu önerdikleri zaman bakıyorum. Ama diziler bir oyuncunun yeteneğine bakmak için doğru bir ölçüt değil. Ekrandan bakarak ancak nasıl görüntü verdiğine karar verebilirsiniz.

Hiç sonradan pişman olduğunuz oyuncu seçimleri yaptınız mı?
Yapmadım. 9 ve Ara’da bütün oyuncularımı zaten kendim seçtim. Diğer filmlerde de casting aşamasında yer alıyorum. Benim önerdiğim insanlar mutlaka kabul görüyor. Elbette bazen yapımcıların istediği oyuncular da oluyor ve karşı çıkamıyorsun. Ama kendi kontrolümdeki filmlerde böyle bir durum hiç yaşanmadı. Yani hiçbir oyuncumdan pişman olmadım.

Anlat İstanbul, bana göre iyi bir filmdi. Mükemmele yakın bir senaryo ve kotarılması zor bir projeydi, farklıydı. Memnun musunuz çıkan sonuçtan?
Anlat Istanbul aslında iyi pazarlansaydı ticari olarak da başarılı olabilecek bir filmdi. Ama gişede 200 bin yaptı. Çünkü yapımcı film bittikten sonra hiç hoşlanmadı sonuçtan ve bir anlamda vazgeçti filmden. Aslında bir film çekildiği zaman bitmiyor. Sonrası da önemli. Eğer iyi bir filmse ticari ömrü azalarak da olsa 15-20 yıl sürebiliyor. 9’u hâlâ festivallere çağrıyorlar mesela. Bu sene Sicilya’da bir festivale katıldım, 7 sene sonra. Ama Anlat İstanbul’da yapımcı filmi çok beğenmedi ve rafa kaldırdı parasını kurtardıktan sonra. Yani şanssız bir proje oldu. Bana kalırsa hâlâ güzel bir film ve ilerde daha çok anlaşılacak kıymeti. Ayrıca Anlat Istanbul tek kişinin çekmesi gereken bir filmdi, 5 kişi çektik. O kadar içiçe gelişen bir projeydi ki nasıl sorunsuz bittiğine ben de inanamıyorum.

Beş yönetmenle çekilme kararı nasıl verildi?
1997’de kendim çekmek üzere yazdım senaryosunu. Sonra bir yapımcıyla çalıştık üzerinde, o zaman adı, “İstanbul Masalları”ydı. 9’dan önce ilk filmim olacaktı. Fakat tam 2000 krizine denk geldi. Yapılamadı. Sonra uzun zaman rafta bekledi. Okuldan arkadaşım olan Türkan Derya bu fikri akıl etti. 5 hikaye, 5 yönetmen çeksin dedi. Hatta Erol Avcı’yı da Türkan Derya buldu. Fakat sonra Türkan’la bir-iki konuda anlaşamadık ve o bıraktı projeyi, ben yapımcıyla başbaşa kaldım. Yapımcıya filmi yalnız çekmeyi yeniden önerdim ama tek yönetmen olarak filmi çekmem konusunda bana güvenemedi. Ayrıca 5 yönetmen fikri çok hoşuna gitmişti. Kudret Sabancı ve Ömür Atay’ı yapımcı önerdi. Selim Demirdelen’i ben davet ettim. Sonra da hep beraber konuşurken Yücel Yolcu’yu davet etmeyi akıl ettik. Uzun zaman masa başı çalışması yaptık. Ben nasıl bir şey istediğimi, ne hayal ederek yazdığımı anlattım. Sonra herkes kendi istediği gibi filmini çekti. Başladık. Zor bir süreçti. Ama biz 5 kişi çok iyi anlaştık. Tereyağından kıl çeker gibi bitti film. 6 hafta çekim süresi belirlemiştik, 6 hafta, 3 günde bitti. 3 gün gecikme de bizim dışımızda oldu. Kamera bozuldu ve oyuncu hastalandı.

Benzer bir proje daha gelse yapar mısınız, memnun kaldınız mı imece enerjisinden?
Çok mutluyduk aslında, çok da eğlendik öncesinde de, sonrasında da. Sonuçtan da memnunum fakat yıpratıcı bir süreç. Galiba bir tane yeter. Şimdi Barış Pirhasan’ın çok güzel bir projesi var. Henüz fikir aşamasında senaryo yazımı başlamadı. 7 ayrı kısa filmi bir araya getirecek bir proje düşünüyor. Sanırım o projeye katılacağım yönetmen olarak. Ortak bir tema çevresinde bütün hikayelerde istanbul’un olduğu hoş bir proje.

ümit5

KAFASINI BİR KURAMA TAKIP ONUN İZİNİ SÜREN OYUNCULAR SİNEMADA BAŞARILI OLAMIYOR.

Yakında yeni bir proje var mı?
Şimdi Gölgesizler’in yapımcısı Hakan Karahan yeniden bir şey yazmamı istiyor. Bir hikaye var gibi elimizde, onun üzerinde çalışıyoruz. Belki o öne geçecek. Gölgesizler’deki işbirliğimizden ikimiz de çok memnun kaldık. Ben yapımcıdan memnun kaldım, o da benden memnun kaldı. Dolayısıyla birlikte bir iş daha yapmak istiyoruz. Senaryo üstüne konuşuyoruz. Yazmaya daha yeni başladım.

Bunların dışında vaktim zamanım ve bol param olsa şu işi yaparım dediğiniz hayaliniz olan bir proje var mı?
20 senedir filan yani istanbul’a gelmeden öğrenciyken filan başlamış bir hayalim var Shakespeare’in “Bir Yaz Gecesi Rüyası’nı Türkiye’ye uyarlamak. Bir sahil kasabasında çekmek istiyorum, Türkiye’ye ve günümüze uyarlayarak. Sonra, Witold Gombrowicz’in ‘Pornografi’ adında bir kitabı var onu uyarlamak istiyorum. Borges’in iki hikayesi var. Biri, “Ölüm Ve Pusula”, bir gün mutlaka çekmek isterim. Diğeri de “Rezilliğin Evrensel Tarihi” kitabından bir hikayeyi mutlaka yapmak istiyorum. Böyle bir-iki hayalim var.

Nasıl besliyorsunuz kendinizi?
Resim ve genelde plastik sanatlara karşı hâlâ çok büyük bir ilgim var. Hemen hemen bütün sergilere gidiyorum. Yurt dışında sürekli müze geziyorum. Sanat tarihi üzerine okumak çok hoşuma gidiyor. Sanat eleştirisi okumak hoşuma gidiyor. Sinemadan daha çok edebiyattan besleniyorum. Bir yönetmene göre galiba az film izliyorum. Yani normal seyirciye göre fazla film izliyorum. Haftada 3-4 film izliyorumdur ama günde 2 film izleyenler var. Son zamanlarda hatta iyice azaldı. İzlediğim filmleri de hemen atıyorum hafızamdan. Çok film seyretmiyorum ama, çok okuyorum. Okuduklarım da daha çok kurmaca. 15 senedir daha çok ingilizce kitaplar okuyorum. Ve şiir de çok etkiliyor beni. Bir yandan müzik dinliyorum. İnternette çok dolaşıyorum. Televizyon seyretmiyorum ama bir çok televizyon dedikodusunu internetten öğreniyorum. Haberleri internetten izliyorum. Daha çok yabancı siteleri geziyorum.

Niye siliyorsunuz izlediğiniz filmleri hafızanızdan, etkilenmekten kaçınmak için mi?
Atmaya çalışıyorum diyince öyle keskin bir durum gibi anlaşılmasın. Bir filmden etkilenmek elbette mümkün ama edebiyattan da aynı oranda etkilenebilirsiniz. Okuduğun bir andan, duygudan, tasvirden de aynı şekilde etkilenebilirsin ve sonra bilmeden uygulayabilirsin. Çok da doğal bir durum. Resim için de geçerli. Yeni filmleri, anlatım tarzlarını takip ediyorum. Alfonso Cuaron var mesela. Ananı da (y tu mama tambien ) ve Great Expectations filmlerinin yönetmeni. Onun filmlerinde bu plan sekans olayını yeniden keşfettim. Bütün sahneler tek plan gibi gelişiyor “Ananı da” isimli filminde. Ondan çok hoşlandım ve uzun plan meselesine biraz merak sarmama sebep oldu. Onu reddedemem.

Çok beğendiğiniz isimler var mı oyuncu olarak?
Şener Şen’e çok hastayım çocukluğumdan beri. Onunla bir gün iş yapmak isterim. Milyarder’de aslında çalışmıştık. Filmin setinde de bulunmuştum, asistan olarak. Cem Yılmaz’a da hayranım. Serra Yılmaz’ı çok seviyorum. Gölgesizler’de Selçuk Yöntem’le çalıştık, hayran oldum oyunculuğuna. Taner Birsel’le çalıştık bence olağanüstü bir oyuncu. Altan Erkekli’yle çalıştım çok çok iyiydi.

Yazmayacağım ama Altan Erkekli’yi gerçekten beğeniyor musunuz?
Yazabilirsin, çok beğeniyorum.
Ben hangi projede izlesem oyunuyla girdiğim dünyadan uyanıyorum…
Anlat İstanbul’da izledin mi?
İzledim.
Beğenmedin mi?
En çok da orada beğenmedim...
Gölgesizler’de izlemeni tavsiye ederim. Gölgesizler’de değişik bir Altan Erkekli göreceksin. Ben çok memnunum oyunculuğundan. Çalışmasından ve aldığım sonuçtan çok memnunum. Yine çalışmak isterim.

İzlerim. Çoğu zaman oyuncuların performansları içinde bulundukları projenin yönetmenlerine bağlı olarak da değişebiliyor, haklısınız.
Çünkü sinema yönetmen sanatıdır. Tiyatro tam tersidir. Tiyatrodaki oyunculuk kuramları da bu sebeple çıkmış. Tiyatroda oyuncu sahneye çıkıyor ve iki saat boyunca seyirciyle başbaşa kalıyor. Onu denetleyen hiçbir şey yok aslında o anda. Halbuki sinemada her şey yönetmenin denetiminde olup bitiyor ve oyuncu bir plastik malzeme gibi. Düşünün ki, ayı ile film yapıyor adam. Ayıyı da oynatıyor, onu da izlerken duygulanıyoruz. Oyuncunun en iyisi yönetmene teslim olabilen ve malzemesini yönetmene açabilendir. Kafasını bir kurama takıp onun izini süren oyuncular sinemada başarılı olamıyorlar. Eğer yönetmenin elinden de kaçıyorsa, farklı farklı yerlere gidiyor. Oyunculuk yeteneği çok büyük bir yetenek. Çünkü kameranın karşısına geçince insanın kaşı gözü oynamaya başlar. Kamera karşısında sadece durmak bile büyük bir durumken bir de, “şimdi orada lafını söyle sonra kalk şurada dur, sonra tekrar kameraya dön, kameraya doğru gelirken şu lafı söyle oradan da şöyle bak” dediğiniz zaman bir oyuncuya ve bunu 5 tekrar, 10 tekrar yapıyorsan hepsinde aynı şeyi yapabilmek mekanik olarak çok büyük bir yetenek. Ama bunu yönetmene sunması ve teslim olması lazım bir oyuncunun yoksa başarısız oluyor işler. Ben aslında oyuncularla çok rahat çalışırım. Çünkü birincisi onları ışıktı, kameranın açısıydı gibi konulara hiç bulaştırmam. İkincisi ne yaptıklarını, karakterden onların ne anladığını görmek isterim. Daha sonra ufak müdahalelerle dışardan şekil veririm. Biraz kendileri yaratıyormuş gibi hissetmelerini sağlarım.

ümit6

GENÇLER GENELLİKLE HEMEN PARAYA DÖNÜŞTÜRÜLEBİLECEK BİR YÖNETMENLİK ŞEKLİ HAYAL EDİYOR.

Oyuncu da bu anlamda teslim olmak için yönetmene güven duymaya ihtiyaç hissediyor sanırım.
Evet, ama bazen de hiçbir şey açıklamadan şimdi sağa doğru bakın dediğimde onu da yapıyor olması gerekir. Alfred Hitchcock’la ilgili anlatılan bir hikaye vardır. Vertigo’da, Barbara Bel Geddes, James Steward’ın sevilisini oynar ve iç çamaşırı tasarımcısıdır. Dizayn ettiği bir sütyeni, James Steward kendi üzerinde dener bir sahnede. Ve kadının da gözlüklerinin üzerinden uzun uzun bir bakışı vardır. Yüzünde de çok hoş ve tuhaf bir gülümseme vardır. Güzel bir sahnedir. Kadına sormuşlar, “Siz nasıl böyle bakabildiniz, oradaki oyunu, duyguyu Hitchcock size nasıl anlattı?” diye. “Hiçbir şey anlatmadı. Şimdi başını biraz yana yatır ve gözlüğün üzerinden bak dedi.” demiş. Çünkü sinemada birçok şey peşpeşe geldiğinde ordaki durum zaten büyük bir oyunculuk gibi oluyor. Orada oyuncunun artık fazladan bir katkıda bulunmasına gerek kalmıyor. Bu da ancak yönetmenin kafasında olur. Oyuncunun bunun üzerine çıkmaya çalışmaması gerek. Bu anlamda yönetmene güveniyor olması lazım.

Size güvenmelerini nasıl sağlıyorsunuz?
Benim filmlerimde oynayanlar mutlaka en iyi kadın, en iyi erkek oyuncu ödülünü alıyor. Hepsi için kariyerinin en güzel rolünü oynamış filan gibi eleştiriler yazılıyor. Onun verdiği bir güven var. Bir de tatlı dil, güler yüz...

Çok prova yapar mısınız?
Bazı filmler var ki duygunun sette yaratılması daha etkili oluyor. Mesela 9 gibi. 9’da prova filan yapmadım. Doğrudan girdik ve çektik. Sadece oyuncuların rollerini ezberlemelerini istedim. Ara’da ise tam tersi oldu. Neredeyse 3 ay boyunca prova, ön hazırlık yaptık çünkü sahneler çok uzundu ve giderek yükselen bir temposu vardı. Sadece iki kişinin olduğu 11 sayfalık sahneler vardı. Oyuncuların da, hatta benim de, oradaki doğru durumun ne olduğunu anlayabilmemiz için senaryonun okunması lazımdı. 4-5 kere full okuma provası yaptık. İkili çalışmalar yaptık. Oyuncular aslında sinemada prova sevmiyor, ben de sevmiyorum. Çok ve ağır provalar yapınca sahnenin asıl duygusu ve heyecanı kaçıyor gibi oluyor. Ama bazı projelerde prova gerekiyor. Gölgesizler’de de yapmadık prova çünkü o manada teatral sahnelerimiz yoktu. Sahneler hep çekime, mekana, oradaki yoruma bağlıydı. Bir-iki kere okuduğumuz sahneler oldu, o da senaryoyu anlayabilmek içindi ama tam anlamıyla bir prova yapmadık.

Tam sahne çekilirken bir oyuncunuz, “Bi dakka ya, acaba şunu şöyle mi yapsak?” diyerek müdahale etse, dinler misiniz?
Hayır. Sette değişiklik yapmama taraftarıyım. Oraya gelene kadar set öncesinde yeterince konuşuyorum. Mesela Gölgesizler öncekilere gore büyük bir projeydi ama yine de günümüz azdı. 4 hafta süre koymuştuk. Dolayısıyla sette büyük değişiklikler, yeni provalar yapılamazdı. Oyuncunun oturması, herşeyin hazır olması lazımdı.

Gençlerle aranız nasıl?
Takip ettiğim pek çok genç arkadaşım var. Özellikle kısa film dünyasını yakından takip ediyorum. Birçok kısa film yarışmasında jüri oldum. Herhalde 3-4 sene içinde yapılmış bir sürü kısa filmi izlemişimdir. Aslında gençlerle daha çok anlaşıyorum sanırım “yaşlı” sinemacılara nazaran.

Parlak bir genç nesil görüyor musunuz, gelen var mı?
Kısa film dünyasından baktığımda oldukça yoğun bir durum var. Mesela bir yarışmaya 100-150 film katıldığı oluyor. Son olarak Nokia’ya 300 film katıldı. Ancak ülkenin şartlarından dolayı genellikle gençler hemen paraya dönüştürülebilecek bir yönetmenlik şekli hayal ediyor. Kısa film, aslında olabilecek en özgür alandır. Şiir yazar gibi sonsuz bir serbestlik mümkünken kısa film çeken bir sürü insan dizilere kliplere, reklamlara özeniyor. Kendisini bir an önce yönetmen olarak kanıtlayıp hemen profesyonel hayata atlama peşinde olanlar var. Ama bütün bunların dışında da birkaç tane çok güzel kısa film gördüm. Çok genç olmalarına rağmen özgün bir dil peşinde olan ve özgün bir hikaye anlatmak isteyen gençler tanıdım. Bu da umut veriyor insana.

Bulunduğunuz noktadan bakınca sizin kariyerinizin şekillenmesinde şans faktörünü nereye koyuyorsunuz?
Şansım çok yardım etti elbette. En başta sinemaya başladığım dönem açısından şanslıydım. Çok fazla film yapılan bir dönemdi. Çoğu da aslında video için yapılıyordu. Ama sinemada yönetmenlere deneysel işler yapma fırsatı da doğuyordu. İsimli yönetmenler senede 2-3 film çekiyordu. Çok üretken bir dönemdi anlayacağın. Bu dediğim özel tv’lerin olmadığı video filmlerinin egemen olduğu, sinemaya da çok insanın gitmediği bir dönemdi. 250 bin gişe yapmıştı bir film ve büyük övgü almıştı. Yılın rekoru 250 bin idi yani. Bugüne bakarsak, yeni gelen birisi için mesela senarist olarak başlamak çok zor. Sonra Atıf Yılmaz ve Leyla Özalp ile tanışmam büyük şanstı. Müjde Ar ile tanışmak şanstı. Müjde olmasa Teyzem o dönemin koşullarında çekilmesi çok zor bir filmdi. Hikayesi ağırdı, stili farklıydı. O dönemin sinemasının çok da hazırlıklı olmadığı bir hikayesi vardı. Sadece Müjde arkasında durduğu ve oynamak istediği için o film çekildi. Evet, bütün bunlara bakarsak şans yardım etti. Ama ben de gerçekten çok çalıştım. Çok çalıştım.

Zaten bu durumun altını çizmek istediğim için sordum. Şans verilmiyor diye dövünen gençlere bir özel detayı atlamamaları gerektiğini sizin hikayenizden anlatmak istedim. Şans tanınabilir de, siz ne kadar iyi ve çalışkansınız meselenin asıl kitlendiği nokta bu galiba..
Yani şu anda daha büyük bir rekabet varmış gibi görünse de, iyi olanın önü eskisine göre daha da açık. Hâlâ eli kalem tutan birisi özgün bir şeyler yazabiliyorsa bence önü çok açık. Ve kendi alanını yaratıyor olması lazım. Ben de bir şekilde kendi kendimi yarattım. Bana kimse otur Teyzem’i yaz, otur Hayallerim Aşkım ve Sen’i yaz diye sipariş vermedi. Kimse bana bu hikayeleri ısmarlamadı. Ismarlanmış senaryolarım da var elbette anlatmak istediğim o değil. Milyarder ısmarlamadır mesela. Ama kimse oturup “Ara” diye bir film yapılmasını beklemiyor. 9 diye bir film ben çekmesem yok. Ne anlatılanlar senden önce var, ne öyle bir talep var. 9, Türk Sineması'nda digital çekilip 35’ e basılan ilk film. İlk kez denendi. Benden önce buna cesaret eden kimse çıkmadı. Mini dv bir film çekilecek de, beş kuruşsuz sonra film olucak. Kendi mecranı yaratmak zorundasın. Bu da çok çalışarak oluyor. Teyzem’i kabul ettirene kadar çok çalıştım. Kabul ettirmeden önce 3 kere yazdım. Çekilmeden önce de 4 kere yazdım. O zaman bilgisayar yok yani yazılanı bilgisayarda düzeltmek gibi bir durum değil anlatmak istediğim. Fiilen de çok çalıştım, zihnen de. Arkadaşlarım gece eğlenmeye çıkardı, ben oturup deli gibi yazardım. Çok çalışmak lazım. O zaman şans faktöründen bahsetmenin de farklı bir anlamı oluyor.

Zaten doğal bir eleme geçirmeli sanata varan yol öyle değil mi? Sinema okulları yüz tane mezun veriyorsa, bu mezunların tamamının da “oldu” denilecek konuma gelemesini beklememek fazla romantik bir bakış olmaz mı?
Çok çalışır ve kendini disipline edebilirse, büyük bir yeteneği olmasa da yazabilir, dizi çekebilir ama sanatçılık başka bir durum elbette…

Sanatçılık başka bir durum elbette. Tam da bu noktada Ümit Ünal filmlerinin etkisini güçlendiren şeyin aslında sahip olduğu bu serin bakış olduğunu anladım. Hatta emin oldum. Bütün hikayelerinin öznelerinde sanki bu serinliğin yüzleşmeye izin veren hatırlanışı vardı. Zamanı yakalamayı denemek nasıl da beyhude bir çaba. Gözüm saatime takıldığında söyleşiye nokta koyma vaktinin geldiğini anladım. Uzaktan sesi gelen vapur düdüğü eşliğinde, martı çığlıkları, teneffüs zili ve çocuk çığlıkları arasında hatta karmaşamın tam da ortasında sığınağının penceresini sonuna kadar açan adamın sohbetiyle bana bağışladığı o serinlikte derin bir nefes alıp söyleşiyi bitirdim. Bana vakit ayırdığı için teşekkür ettim. Vedalaştık.

İstanbul'a kış iniyor. Hava soğuk. Gözünü kırpmadan bakabildiğin güneş, yalancı. Eski yıl, eski kaygular gidiyor, az kaldı. Öğrenmekten daha zor olanın öğrenmenin zaman aldığı olduğunu anımsayacağız, bu gidişle. Yüklerden kurtulmaya çalışacağız. Cam kırıkları üzerinde yürüsek de cesur olmayı, birbirimize güvenmeyi öğreneceğiz. Ne tuhaf! Her söyleşinin sonunda aynı fotoğrafın içinde buluyorum kendimi. Rolüm hep aynı. Gece, bir otobüsten inip, uzaktan cılız birkaç ışığın göründüğü, köpek havlamalarının duyulduğu köye doğru ilerleyen ketum bir gölge gibiyim. Hepsi bu!

Çok uzun oldu biliyorum.
Açık bir gök, ferah bir düş diliyorum hepimize...



••
Kapak Fotoğrafı: Ahmet Mocan
•• Set Fotoğrafları:




Oktay Ardos, Sercan Bozkurt



® Cihangir, Aralık 2008



.
www.golgesizler.com


Ana Sayfaya Geri Dön
.
free hit counter
Powered By Blogger