16 Ocak 2009 Cuma

Selahattin Sancaklı: Bu İşi Yapmak İçin İyi İnsan Olmak Şart

SS Kapak


• En başından bu bölümü seçme kararını nasıl verdiniz? 69 doğumlusunuz galiba değil mi?
Evet, 1969 doğumluyum. Okula 1987 yılında girdim, 18 yaşındaydım. Aslında dayımın etkisi oldu. Reklam ajansında çalışıyordu ama alakasız bir bölümde. Muhasebe müdürüydü. Ara sıra ajansa götürürdü beni. Ajans ortamında bulundukça film yapımı ilgimi çekmeye başladı. Dayım daha çok grafiker olmam için ikna etmeye çalışıyordu beni. Akademi sınavlarına girdiğimde grafik, resim, iç mimarlık bölümleri ve bir de sinema tv bölümü vardı. Diğer 3 bölümün sınavlarına girdim, sonuçları beklerken Sinema Tv’nin de sınavlarına girdim. Kazandım. Grafiker olamayacağım ama sanatın bir dalında olurum dedim ve kaydımı yaptırdım. O zamanlar özel tv’ler yok, sinemanın durumu parlak değil. Okulu kazandığımda babam, “ne olucan sen?” dedi. Nasıl anlatabilirim ki kameraman olacağım, sinemada görüntü yönetmeni olacağım diye? Sinemacı olacağım diyorsun doğal olarak. Kimse akıllı uslu, ekmek kazandıracak bir meslek olarak görmüyor. Mahalledekiler, "televizyoncu olucan yani televizyon mu tamir edeceksin, dükkan mı açalım sana?" diyorlardı. Anlatamadım etrafımdaki insanlara durumu bir türlü.

Bizim okulda ilk sömestrin sonunda gerekli teknik bilgiyi alırsın. Biraz da akıllı, meraklı bir adamsan, kaparsın işin tekniğini rahatlıkla. Ben ilk sömestirden sonra hemen çalışmaya başladım. Babamın bir ayda kazandığı parayı ben haftada kazanmaya başladım. Çok şahane bir durum. En başta işin çok sanatsal yönüyle alakadar olamıyorsun. 18 yaşında adamsın neticede. Ben para kazanmaya başlayınca evdekilerin de hoşuna gitti. Bu sefer etrafımdaki insanlar bu okula nasıl giriliyor demeye başladılar. Çünkü okuyorsun, okurken para kazanıyorsun. Ciddi paralar kazanıyorsun. İnsanlar 6 sene tıp okuyacağıma gidip sinema okuyayım, diyor. Aslında Sinema- Tv ile ilgili konularda hâlâ da çok kişide bu bakış açısı var. Ama, bu böyle kolayca olacak bir durum değil anlaşılması gereken de bu zaten. Sonuç olarak herkese bahşedilen bir lütuf değil bu. Yeteneğin ve zekan varsa olabilecek bir durum. Bu gazla bölüme giren arkadaşlarım oldu, olmadı değil ama şimdi nerdeler o önemli.

Doğrudan Uğur İçbak’la çalışmışsınız yani şanslı bir giriş yapmışsınız…
Evet. Mehmet Aksın, Serdar Akar, Tarkan Karlıdağ hepimiz aynı sınıftaydık. O zamanlar Uğur İçbak bizden büyük sınıftı, abimizdi. Diploma projesini veriyordu. Biz de onun öğrenci filminde çalışıyorduk. Reklam sektöründeydi, Sinan Çetin gibi isimlerle çalışıyordu. Bir gün, “benim reklam çekimim var, asistan olarak gelir misin?”, dedi. Okey reklamı çekilecekti. Hiç unutmuyorum. Tamam dedim, gittik. Yarım günlük bir çekim. O zamanın parasıyla yanlış hatırlamıyorsam 20 bin lira aldım. Acaip bir para! Fakat sonrasında işler umduğum gibi gelişmedi, reklam sektörü açısından. Reklam piyasasında çalışanlar ve asistanların sayısı belliydi. Köşeler tutulmuştu. Piyasaya girmek çok zordu. Uğur’la da denk gelirse çalışabiliyordum, daimi bir asistanı vardı zaten. Onun dışında da piyasada işverenler kendi ekipmanıyla gelirdi. Kamera, yanında asistanıyla kiralanırdı. Baktım zorlanıyorum. Başka bir tarafa kaydım, ışıkta çalıştım bir süre. Işık asistanlığı yaptım. Ondan sonra yaz aylarında laboratuvarlarda çalışmaya başladım. Şafak Film’de çalıştım. Filmin kimyası nedir, ne değildir öğrendim ve okul bilgilerimi pekiştirmek açısından çok faydası oldu bana bu çalışmaların. Böylece yavaş yavaş girdim sektöre. Ama çok zor oldu. Çok sancılı oldu. Bir tarafta sektörün eskileri var, yenilere pek şans verilmiyor. Okullu olmak ciddi bir dezavantajdı, ukalalık gibi geliyordu bizim durumumuz insanlara. Alaylı ve okullu arasında tatlı bir sürtüşme vardı yani.

Sinema nasıl başladı?
Bir şirkette asistan olarak işe başladım. Kamera departmanında, kameradan sorumlu adam olarak çalışmaya başladım. O zaman uzun metrajlara gitmeye başladım. Şansıma da Ertunç Şenkay’la tanıştım. Ertunç Abi benim için çok önemli bir adamdır. Çünkü okulda öğrendiğin doğrular başka, öğrendiklerini pratiğe geçirmek başka. Ertunç Abi alaylı olmasına rağmen çok pratik bir sinema zekasına sahiptir. Işık kurma konusundaki çözümleri çok yaratıcıdır. Beni çok etkilemiştir, kendimi geliştirmemde katkısı büyüktür. Türkiye için ideal bir adamdır. Hele 4-5 haftada çekilen sinema filmleri olduğunu düşünürseniz, ideal ışıklar yapan çok başarılı bir adamdır. Tarzını, insan ilişkilerini çok severim. Sert bir adamdır ama komiktir de aynı zamanda. Çok eğlenceli geçiyordu onunla çalışma zamanlarımız. Reklam asistanlığı kısmında da yurt dışından gelen ekiplerle çalıştım. Yabancı yönetmenler, görüntü yönetmenleri geliyordu. Onları çok dikkatle gözler izledim. Bana öğretilenlerle, gördüklerimi kafamda örtüştürüp bir şekle sokmaya çalışırdım.

Sektör içinde bir tarz ve tavırdan söz etmek pek mümkün değil ama daha yakın olduğunuz bir tarz var mı?
Kendime bir tavır vermeye, tarz yaratmaya çalışıyorum. Aslında okula girdiğiniz ilk andan itibaren bu durum doğal olarak sizinle birlikte yürüyor. Tavır, tarz zamanla gelişip yerleşen bir durum. Ben, bir zaman sonra tek kaynaklı sert ışıkları seven bir adam oldum mesela. Yani bu tarz meselesi projeye göre değişen bir durumdur ama, sinema görüşüm biraz daha o yöne kaydı diyebilirim. Çok ışık yapmış gibi değil de, daha çok işin doğalında dolanan insanların tarzını sevmeye başladım. Darius Khondji gibi Janusz Kaminski gibi adamları seviyorum. Onların yaptığı her işi seyrediyorum.

Masumca seyredebiliyor musunuz? Yani perdede oynayanı sıradan bir film gibi izleyebiliyor musunuz?
Yok. Ben okula girdiğimden beri sinema filmini "film" gibi izleyemiyorum. Keyif almıyor muyum, alıyorum elbette.

En son ne izlediniz?
Ridley Scott’ın son filmini “Body Of Lies”ı izledim. Kafamdaki sinemaya çok yakın bir iş çekmiş adam. Ridley Scott’ın yanında çaycı olmayı bile isterdim, şu halimle ve durumumla yani. O kadar beğendiğim bir adamdır..

SS05


Yabancı ekiplerle de çalıştınız. Bizi nasıl buluyorlar?
Pek çok yabancı ekiple çalıştım. En son, “Kurtlar Vadisi Irak” filmi için Ridley Scott’ın efekt grubu Mark Meddings geldi. Onlara sordum. Nasıl görüyorsunuz burdaki durum nedir, dedim. Adamlar çok büyük projelerde çalışmışlar. Saving Private Ryan, Black Hawk Down, Gladiator gibi onlarca büyük projede çalışmışlar. "Garip insanlarsınız. İlk başta çok tedirgin olduk. Çekinerek geldik ama Türkiye’de genç insanlar bir iş yapıyor madem bize de teklif ettiler bakalım dedik. Aslında verdiğiniz paraya dönüp bakmazdık ama meraktan geldik." dedi. Çok keyiflenmişler bizimle çalışırken. Mesela "Siz çözüm bulmak üzere kodlanmışsınız. Olanaklar kısıtlı da olsa bir şekilde durumu çözmek üzerine kodlanmışsınız." dediler.

Sizin döneminiz ve sizden biraz önce mezun olanlarla birlikte dikkat çekmeye başlayan bir “görüntü yönetmeni” kavramı var. Önceden sektörün içinde de öne çıkmayan bir kavramdı. Maalesef kavramsal olarak hâlâ sıradan insana hiçbir şey ifade etmeyen bir mesleğiniz var. Siz bu geçiş dönemini nasıl yaşadınız?
Sektöre çıktığımız dönem 88-89 seneleriydi. O zamanlar özel kanallar yok. Hiçbiri yok. Bir tek TRT var. Yeşilçam, video film furyasına girmiş, hatta o dönemin sonu gibi. Aman aman bir sektör de yoktu ortada, halen de olmadığı gibi. En çok reklam sektörü gelişmekteydi. Yeşilçam’da bir film çekme maceram var benim. İnanılır gibi değil. Aşkın Sağıroğlu ile bir filme çağrıldık. Gittik, 4 metreye 3 metre bir ofis. Ortalıkta yoğun bir küf kokusu var. Aşkın’la ben birbirimize bakıyoruz. Okulda bize işimizin anlatıldığı şekliyle o anda bulunduğumuz ortamın en küçük bir alakası yok. Aslında tam olması gereken gibi anlatılıyor okulda ama, dışarıda öyle bir gerçek yok. Bize okulda öğretilmiş, lensler şöyle muhafaza edilir, negatifler şurada saklanır. Alakası yok. Adam başladı konuşmaya. Yönetmen şu, oyuncular bu, anlatıyor. Ben, kamerayı görebilir miyim, dedim. Kamera 2C ya da 2B, ne olduğunu da tam anlayamadım zaten. Vizörden bakıyorsun resmin yarısı flu, ortaya denk getirebilirsen gözünü görüntü nispeten netleşiyor. Lenslerin halkaları kaymış. Son derece büyük bir hayal kırıklığı yaşadık. Okula gittim, hocalarıma anlattım durumu. “Biz o sebeple size sektörden uzak durun diyoruz. Zehirlenirsiniz, yanlış öğrenirsiniz.” dediler. Tamam, uzak duralım zehirlenmeyelim ama sonuçta bu gerçekliğin içinde iş yapacağız hepimiz bir gün. Muhataplarımız, işverenlerimiz bu insanlar ve bu olanaklar. Bir şekilde ara yolu bulmak lazım. İşte o ara yolu bulmak çok zordu ve uzun sürdü. Kendimizi kabul ettirmek çok zor oldu. “Alaylı” ve “Okullu” gibi çok keskin bir çizgi vardı. Sette herkes bir tuhaf bakıyor okullusunuz diye. Set işçisi de küçümseyerek bakıyor. Bu sebeple insan ilişkileri düzgün olanlar, kolay iletişime geçme becerisi olanlar bu engeli çabuk aştı. Hiç kolay değildi. Herkesin gözü üzerimizdeydi. "Okulda yanlış öğretmişler size" diyor adam mesela. Ya nesi yanlış asıl doğrusu bu, kitabi şey burda işte, diye gösteriyorsun ama faydasız.

Yönetmenlerin tavrı nasıldı size karşı?
Ben Yavuz Özkan’la çalıştım, 3 filmde. Aramız çok iyiydi. Yavuz Abi, okumuş yani duruma vakıf olan insanlara karşı çok saygılı ve ilgiliydi. Hep sorardı. Bir nev-i danışır gibi yapar, o anlamda bizi motive ederdi. Yılların sinema tecrübesi var tabii. Çok güzel geçti asistanlık dönemim. Hatta son olarak geçen yaz bir film için çağırdı beni ama vakitlerimiz uymadı. Ters bir yönetmenle başlayıp meslekten soğumak gibi bir durum da oluşabilirdi. Tam tersine Yavuz Abi kucakladı bizi. Gökhan Atılmış’la birlikte çalıştık Yavuz Abi’yle o dönem. İyi bir dönemdi bizim için. Ertunç Abi’den sonra Yavuz Abi’yle çalışınca sinemayı sevdirdiler bize. Mesela hiçbir sette bana bağırıldığını, aşağılandığımı hatırlamıyorum. Böyle bir gelenek de var çünkü. Kıstastır yani. Adam ustasından azar işiterek büyüdüğü için çırağına da öğrendiği gibi davranıyor. Ben o durumu hiç yaşamadım.

Ekranla ilişkiniz nasıl başladı?
Kanal D’de “Mini Miniler” adında bir iş vardı. Serdar Akar çekiyordu orada başladım. Okul kapalıyken cumartesi pazarları yani asistanken, görüntü yönetmeni gibi takıldığım ilk işimdir. Sonra TRT’ye bir iş yaptım. Rahmetli Selim Naşit oynuyordu. 4-5 bölüm çalıştım. O da pek tutmadı. Çok dikkate değer işler olamadı ama televizyon bazında kendimi geliştirmeme yaradı. Asıl müzik klipleriyle bir çıkış sağladım denilebilir. 120’ye yakın klip çektim. Kendime ışıklar bulurdum. Kafamda kurduklarımı uygulardım. Çok deneyim kazandırdı bana. İlk film pozladığım klip Abdullah Oğuz’la, Sertab Erener’in “Ruya” klibidir. Peşinden “Adam” şarkısının kilbini yaptık ve “Uhte”yi çektik. Ödüller aldı onlar yurt dışında. Aslında en çok kriz zamanı çok zorlandım. Malum 8 senede bir kriz çıkıyor bu ülkede. 2000 krizi esnasında hayata küstüm diyebilirim. Askerden gelmişim. 8 ay yok olmuşum piyasadan. Değil 8 ay, 8 gün ortalıkta görünmesen hemen unutulursun, yerine başkaları gelir bu piyasada. İşte o zaman doğru meslek ama yanlış memleket dedim, kendi kendime...

Gitmeyi düşündünüz mü?
Yok. Hiç düşünmedim.

Teklif geldi mi?
Teklif geldi ama artık 20'li yaşlarda değilsin ki macera yaşayabilesin. Evlenmişsin, çocuk sahibi olmuşsun. Co- production bir iş olur, o tamam. Yurt dışında yapamam mı, diye soruyorum kendime, yaparım. O konuda sorun yok. Çektiğim filmleri yurt dışından gelen ekiplere gösteriyorum. Olumlu tepkiler alıyorum. Ama artık adamlar yurt dışından buraya geliyorlar mesela reklam çekmeye, beni niye götürsünler oraya? Aslında bu memlekette bu işi yapmak çok keyifli. Doğru insanlara denk gelindiği zaman çok iyi işler yapmak ve keyif almak mümkün. Zaten bizim en büyük problemimiz, sektör müyüz, değil miyiz? Hala bunun ayrımına varabilmiş değiliz. Sendikamız var ama neyin sendikası? Daha 2-3 hafta önce iki tane insan öldü, ne oldu? Yaptığımız diziler gibi oldu. Kuma bir yazı yazdık, dalga geldi götürdü.

Şimdi yolda gelirken onları düşünüyordum. Allah rahmet eylesin. Olayın ertesi günü Sine- Sen alevlendi. Toplaşıp yürüdüler. Bitti. Sonra ne oldu, kimsenin bir haberi yok...
O kadar. Bakın, ben size Sine- Sen üye kartımı göstereyim. 1995 yılından beri üyesiyim. Kavga dövüş, meslek haneme kameraman yazdırdım. Yılda 120 lira aidat veremeyecek kadar düşkün bir adam mıyım ben? Değilim. Sendika olarak sen neredesin? Hiçbir hakkımı savunmadıktan, aidat toplamaktan başka bir varlık gösteremedikten sonra biz neyi konuşacağız ? Toplanalım miting yapalım, Taksim Meydanı'na çelenk koyalım, sonra ne olacak? Senin sendika olarak herhangi bir yapımcıya, bir tv kanalına yaptırım gücün yok ki!



SS02


Bana göre "çalışma şartları" meselesinin aşılması ve iyileştirilmesi pek mümkün değil. Eğer olur da şartlar birgün değişirse, bu sektör mensuplarının mücadelesinden değil, sektörün temayüllerinin değişmesinden olacakmış gibi geliyor...
Aynen öyle. Bu piyasanın kalbur üstü yapım şirketleriyle çalıştım. Hâlâ da çalışıyorum. Baktığında verdikleri ücretler iyi, insanlara yaklaşımı iyi, şartlar daha insani, sigortan var, ödemeler düzenli. Araç derdin yok, alıyorlar sete götürüyorlar evine teslim ediyorlar. Ama ona rağmen ben her gün 17 saat mesai yapıyorum. 17- 18 saat çalışıyorum. 17 saat çalışan bir insandan nasıl verim bekleyebilirsin? Yapılan işler aslında mucize. 90 dakika- 87 dakikalık bölümler çekiliyor. 6 günde, hatta 6 gün de değil 5 günde çekiliyor. Sonra da televizyon eleştirmenleri çıkıp, “şurda şu olmuş, arabanın ışığı böyle olmuş, bu adam gizli gidiyordu bu nasıl ışık?” diyorlar. Kardeşim, biliyorsan bana anlat, ben de uygulayayım. Gece çekiminde, araba içi çekiminde nasıl bir ışık olur sen bana anlat, nasıl aydınlatacağımı söyle, ben de ona göre ışık yapayım. Misal istersen sen gel, 17 saat, 18 saat süreyle 5 gün sette dur, bakalım ondan sonra o sette çalışan insanları eleştirebilecek gücü bulabilecek misin?

Eleştirme demiyorum. Ama sen meselenin ışığına kadar girerek eleştireceğine, içinde bulunduğun sistemi, yazdığın gazetenin patronunu eleştir. Kanal sahibi olan onlar. Bu insanların hiçbiri köle değil. Bize öğretilen nedir? Bir insanın bedenen ve zihnen fokuslanabildiği makul süre maksimum on saattir. Biz sabah 7’de başlıyoruz çekime. Haricide başlıyoruz. Kar yağıyor, tipi oluyor yağmur çamur altında çalışıyoruz. Ondan sonra kat kat giyinip, galoşları takıp iç mekana giriyoruz. Ev sahibi sanki evine hayvan sürüsü girmiş gibi bakıyor, parasını alıyor ama çok da beğenmiyor yani bizi. Filmciler geldi, diziciler geldi, diyor küçümseniyoruz. Ondan sonra televizyona çıkıyor, vay efendim orası da şöyle oldu. Neyiz biz? Niye bizi bu kadar eziyorsunuz ki, çok adi bir iş mi yapıyoruz?

Bu sorunu yine bu sektörün kısmen vazgeçilmezleri yani pastadan büyük dilimi alanlar çözemeyecek mi?
Türk insanının problemi hep aynı. Başımıza bir iş gelmediği sürece bütünleşemiyoruz. Bütünleşsek bile kısa bir an için yan yana durabiliyoruz. “Biz kaç kişiyiz” adında bir platform vardı mesela, ne oldu onlara? Mitingler yapıldı, yer gök inledi, sonuç? Adam şimdi hapiste, kaç kişi kaldı arkasında? Biz kendi aramızda da çok denedik birlik olmayı. Amerikan sineması gibi "Society" olmayı denedik. İlk toplantıda tartışılan konu şuydu: ben ayda altı tane iş çekiyorum, yedi çekmek isterim. Ben diyorum ki, ben ayda bir iş bile çekemiyorum o işi bana pasla. Kimse yanaşmıyor. Şimdi böyle bir durumda kiminle neyi halletmeye çalışabilirsin? Hiç kimse kendi cebinden üç kuruş eksilsin istemiyor, daha gelmemiş olanı bile kayıp gibi düşünüyor. Bizlerin kiralanan kamera kadar bile kıymeti yok. Onun sigortası peşin ödenir. Başına bir kaza gelmesin diye özen gösterilir ama bizim o kamera kadar kıymetimiz yok. Mesela ben arkadaşlarıma da tavsiye ediyorum imkanı olanlar mutlaka özel sağlık sigortası yaptırsınlar.

Eskiye göre daha çok ve sık konuşuluyor bu sorunlar. Eskiden kendi aranızda konuşuyordunuz şimdi ben, o, yani sıradan insan da konuşuyor.
Konuşulur da çözüme gitmek çok zor. Tuzla’da kaç tane insan öldü? En son benim bildiğim 110 kişi. Ne oldu? Kriz geldi, işler durdu da insanlar ölmüyor. Yoksa şartlarda bir gelişme sağlandığından değil. Sektörel bazda baktığımızda hiçbir garantimiz yok. Diziye başladın diyelim. Hayatının 1 senesini o işe angaje ederim diyorsun. Sonra 3 bölüm çekiyorsun, 4. bölüm paketleniyor proje. Dizi kalktı, diyorlar. Bana başka iş gelmişti o esnada ve gitmedim. Ne olacak şimdi? En azından 13 bölümlük bir anlaşma imzalamam lazım ki kendimi güvenceye alabileyim. O zaman proje 5. bölümde de bitse, -devam ederse ne ala- bir garantim olabilsin.

Uzun zamandır Pana Film'in projesinde çalışıyorsunuz. Kurtlar Vadisi. Pana Film’le ilgili başka insanlarla da konuştuğumda nispeten daha iyi şartlarla çalıştıkları söyleniyor, doğru mu bu?
Çalıştığım en iyi şirketlerden biridir. 5 senedir bu insanlarla çalışıyor olmamın sebebi başka türlü açıklanamaz. Onlar benden memnun, ben de onlardan memnunum ki ortak bir paydada buluşuyoruz ve devam ediyoruz. Biraz daha insani saatlerde çalışılıyor, daha iyi yemek yeniyor, geç kalan insanlar evlerine arabalarla bırakılıyor. Ama kanaldan gelen taleb, 85 dakika. 85 dakika iş teslim etmek durumundasın. Çünkü kanal 3 tane reklam kuşağı koymak istiyor araya Kanal 85 dakka iş istedikten sonra Pana Film olsa ne yazar, Metro Goldwyn Mayer olsa ne yazar? Amerika’da adamlar senaryoları 60 dakika istedi diye bütün senaristler ayaklandı, yazmıyoruz dediler. Oyuncular, yönetmenler ayaklandı. Topluca greve gittiler. Sonunda yine 45 dakikaya bağlandı. Avrupa Yakası mesela sitcom değil mi? 110 dakika süren sitcom olur mu?

Haklısınız... Sizce yeterince yetişmiş adam var mı bu sektörde?
110 tane diziyi kaldıracak kadar adam yok. 110 tane yönetmen, 110 tane görüntü yönetmeni yok, dünyada yok. Böyle baktığında sektör bir elin parmağı kadar yönetmenin etrafında dönüyor. Doğru dürüst iş yapan yönetmen sayısı 10- 15'i geçmez.

Blog okurlarına doğru görev tanımı anlatabilmek için ekran işlerini baz alarak bir bölümün çekim günlüğünü anlatır mısınız? Yani nerede başlıyor göreviniz ve nerede bitiyor?
Görüntü yönetmeninin vazifesi senaryoda yazılanı, yönetmenin kafasında var olanı elindeki materyalle yansıtmak, görünür hale getirmektir. Bu film olur, video olur, dizi olur fark etmez. Senaryoda var olan atmosferi yaratan, yönetmenin kafasındaki dramatik durumu ortaya çıkaran insandır. Sabah gelir. Çekilecek sahnelere bakar. Harici sahneler var diyelim. Sahnenin durumuna, havanın çatlağına patlağına göre ışığı dengeler. Şaryonun hareket alanını belirler, kullanılacaksa elbette. Kısacası yönetmenin yaratmak istediği dünyayı resme aktaran adamdır.

Sanat grubuna da karışır mı?
Elbette. Set hiyerarşisine göre birinci adam yönetmendir, ikinci adam da görüntü yönetmenidir. Yönetmen zaten işin genel havasını, gereklerini sanat grubuyla konuşmuştur. Karar vermiştir. Biz karar verilenin uygulamada sorun çıkarmamasını denetleriz sadece. Zaten yönetmenle ortak bir resim görüyor olmanız lazım aksi halde başarılı olamazsınız. Onun ak dediğine ben kara dersem, o iş yanlış olur. Görüntü yönetmeninin sanat yönetmenine de, ışıkçıya da, set grubuna da etkisi vardır. Ama dediğim gibi, yönetmenle parallel gittiği zaman doğru sonuç çıkar. Aksi halde yönetmen filmi değil, görüntü yönetmeni filmi olur. 19 yıllık meslek hayatımda hiçbir zaman yönetmeni ezen bir tavrım olmadı. Yönetmen ne istiyorsa onu yerine getirmeye çalışan bir adam olmaya özen gösterdim. Yönetmenini, yapımcısını mutlu eden görüntü yönetmeni ideal görüntü yönetmenidir.

SS01

Yapımcı mı?
Yapımcının da istekleri var. Onun da projeyi oluştururken hayal ettiği, baz aldığı bir dünya var. İş öyle başlıyor. Okuduğu senaryonun onda oluşturduğu dünyayı kim yaratır diye düşünüyor. Şu yönetmen olsun diyor. Yönetmen diyor ki, benim kafamdaki resmi en iyi kim yapabilir? X yapabilir. Yani kurulan ekipler tesadüfi değildir hiçbir zaman.

O günün çekim programı bittiğinde sizin de işiniz bitiyor mu?
Montaj ve seslendirme kısmına ben pek katılmıyorum. Sadece color correction dediğimiz renk düzeltme durumu var. Yani sette müdahale etme şansının olmadığı bazı anlar olur. Color Correction o tür durumları toparlayacak işlemi yapan birimdir. Filmin toplam ambiyansını doğru olarak renklendirdiğiniz bir yer, oraya gidip rengi seçiyorsunuz. Mesela Asmalı Konak'ta sarı hakim bir renk vardı. Kurtlar Vadisi’ne başlarken biraz daha soğuk bir renk olsun istedim. Mavi ağırlıklı bir durum yaratmak istedim. Işte o maviyi bütün filme yaymak için çekim sonrası bölümün gittiği bir yer var, ondan sonra benim işim bitiyor.

Asmalı Konak gerçekten çok güzel bir projeydi. Her zaman güzel işler çıkabiliyor ama fenomen iş çok az çıkıyor. Asmalı da öyle fenomen bir işti. Tamamında var mıydınız?
Ben ikinci dönem vardım. Yani Seymen Ağa’nın mayın tarlasına girip patlamasından sonraki dönemde vardım. Açıkçası o işin sahadaki başarısı Çağan Irmak’la alakalı. Çok pozitif bir adamdır. Sinirli mi derseniz, evet çok tartışmalarımız olmuştur. Ama dersini çalışıp gelen bir adamdır. Asmalı Konak’ın sanat yönetmeni, dersini çalışıp gelen bir insandı. O sette herkes dersini çalışıp sete çıkıyordu. Çağan’ın o zamanki ekibinin şu anda bulunduğu yerleri söyleyeyim. Sanat grubunda Murat Güney vardı. Babam Ve Oğlum’un ve Issız Adam’ın sanat yönetmeni oldu. Ayla İncekol’un bir sürü işi var. Irmak Çığ var, suflördü, en son Yol Arkadaşım’ın yönetmeni oldu. Uluç Bayraktar vardı , dizi yönetmeni oldu. Bir anlamda da okul gibiydi dizinin seti. O gün orada olup, bugün çok iyi yerlere gelen bir sürü arkadaşımız var.

Biraz geriye dönmek istiyorum. Çünkü özellikle altını çizmek istediğim bir durum var. Evet, sektör şartları kötü. Ama sektör çalışanlarının da bir kısmının vasıflı eleman olamamasından kaynaklanan sorunlar olduğunu kabul ediyorsunuz değil mi?
Elbette. Kimi zaman yeni gelen asistanlara yakın planda adamın kafasının kesilmeyeceğini anlatana kadar göbeğim çatlıyor. Kadrajlar çünkü daha önce yaptığı işin devamı gibi geliyorlar, kendi dizinizin konseptini oturtmak biraz vakit alıyor. Ama iyi asistanlarım var. Bazen arkadaş veya talep üzerine gelenler oluyor. İyi olanlar kalıyor, bir ışık görmediklerimiz maalesef eleniyorlar.

Türkiye teknik ekipman ve alt yapı açısından yeterli mi?
Kesinlikle yeterli. Her tür teknik ekipmana sahibiz.

O zaman neden hâlâ temiz bir "gece sahnesi" izleyemiyorum?
O laboratuvarla yani filmin banyosuyla ilgili bir sorun. Maalesef o konuda yetişmiş teknik eleman eksiği var.

Mezunlardan bu işe yönelenler olmuyor mudur?
Sanmıyorum. Onlar hemen yönetmen olma peşine düşüyorlar. Günümüzde kimsenin kolay kolay ilgisini çekecek bir meslek değil. Çocuklar yönetmenlik daha çok para kazandırıyor sanıyor.

Ekipmanınızla mı gidiyorsunuz projelere?
Ben tüccar değilim. Hiç bu konuda yatırım yapmadım. Yapımcıyı da serbest bırakmak lazım bu konuda. Ben sadece ihtiyacım olanları söylerim ve yer gösteririm. İstediğim kalitede ekipmanı kimden sağladıklarıyla uğraşmam.

• Yakında
sinema filmi var mı?
Birkaç projeyle görüşüyorum. Vakit olmuyor çoğunlukla. Uygun zamanlama olursa her sinema projesine açığım. Ama 35’e çekilen işleri organizasyon anlamında daha samimi ve ciddi buluyorum. HD olması ekiplere bir rahatlık sağlıyor ve bu da sahada işe asılmayı değil, rahatlığı tetikliyor.

Son olarak gençlere ne söylemek istersiniz?
Çok film izlesinler, çok çalışsınlar ve iyi insan olsunlar. Bu işi yapmak için iyi insan olmak şart. Çünkü bizim işimiz insan psikoljisine hitap eden bir iş. Sevgiyle, severek yapılan her iş gibi.



İyi insan olmak... Bu lafın üzerine en yakışan şey susmak ve nokta koymaktır, sanırım. Selahattin Sancaklı bu sektörde çok uzun zaman, çok başarılı işler yapacak ve adını hatırlanacaklar listesine en tepeden yazabilecek iyi bir insan. Aslında ben düğmeye basıp kaydı durdurduktan sonra bir süre daha konuşuyoruz. Sohbete devam ediyoruz. Biz, hararetle merak ettiklerimizi soruyoruz, o bize cevap vermeye devam ediyor, bütün nezaketiyle. Bir ara, yeniden kayıt düğmesine basmaya niyetleniyorum. Ama sohbet hem çok teknik konularda seyrediyor, hem de fazla kişisel gelişiyor, o yüzden vazgeçiyorum. Çünkü masada bir fotoğrafçı ve neredeyse sinemacı kadar yetkin bir seyirci var. Aslında onlar ortak bir lisanda konuşup anlaşıyor, ben sadece dinliyorum. Bir süre sonra izin isteyip, teşekkür ederek kalkıyoruz.

Dışarıda yağmur başlamış. Dolmuşa binerek o yakayı terk etmem konusundaki bütün ısrarlara ve benim bütün çabalarıma rağmen taksiye biniyorum. Çünkü üşüyorum ve dolmuş bir türlü gelmiyor. Üç, iki, bir. Tek başıma kalıyorum. Yol boyunca, kulaklığı takıp söyleşiyi dinliyorum. Bir yandan da kucağımdaki kitaba bakıyorum. Tatlı Ruyalar. Yazan, Alper Canıdüz. Elimde tuttuğum, kitabın yedinci baskısı. İletişim Yayınları. Okur muyum? Okurum.


••
Fotoğraflar: Vedat Ozan


® Ocak 2009

.

Ana Sayfaya Geri Dön


.
free hit counter
Powered By Blogger