4 Şubat 2009 Çarşamba

Murat Güney: Klişelerden Kurtulmayı Bilmeniz Lazım



Tevazu sahibi olmak da bir cür’ettir. Sahiden öyledir. Öyle uzaktan, derinden ve içre bakmak gerekir ki yetişemezsin, yetinemezsin. İlk andan beri zihnimde böyle yer eden yani adı bu sıfatla özdeş hale gelmiş konuğumu beklerken, Vedat’ın armağan ettiği kayıt aletini çözmeye çalışıyorum ve beceriksizliğimin şahikasına yeniden varıyorum. Defalarca! Ya'rabbim, niye kimseyi inandıramıyorum aptal bir kadın olduğuma? Çünkü, on numara akıllı rolü yapabiliyorum. Gerçekten. Ya'rabbim, niye kimseyi inandıramıyorum aptal bir kadın olduğuma? Çünkü, on numara akıllı rolü yapabiliyorum. Gerçekten. Küçük, şirin, üzerinde her lisandan yazı mevcud o kutuyu, getirip bırakıyor genç bir adam, adıma. Açıyorum. Bilinmeyen bir markanın kayıt cihazı avuçlarımda. Her söyleşi maceramda, istikrarla başıma gelen kayıplardan yılmış arkadaşımın armağanı teknolojik kayıt cihasına bakıyorum. O bana bakıyor ve beni anlıyor mu, bilmiyorum. Benim onu anlamadığın şimdilik eldeki tek gerçek. Kucağımda Kurabiye var. Alet çalışmıyor. Hayır, pilini de taktım. Kullanma kılavuzunda yazanları da satırı satırına uyguluyorum. Çalışmıyor. Mesaj atıyorum. “Oğlum, okuduğumu anlarım. Okuyorum ama bu aleti çalıştıramıyorum?”. Anında cevap geliyor, “Demek o sebeple bu kadar ucuzdu!”

Murat Güney’le buluşmamıza yarım saat var. Bir kayıt aletim var. Ama çalıştıramıyorum. Gözlerim acıyor, ampul yanıyor. O iki küçük, ince pilin şarj edilmesi gerekiyor!. Sanki bir kıta keşf’ettim. Uğraşmıyorum. Uğraşıyorum da o aşamaları anlatmaya utanıyorum. Nihayet, akıl edip, bakkaldan iki adet pil almayı beceriyorum. Cafeye dönüp, pili kayıt aletine takıyorum. Derin bir nefes alıyorum. Kapıdan içeri giriyor. Murat Güney karşımda. Nedendir bilemiyorum ama, tam da beklediğim gibi bir adamla karşı karşıya oturup söyleşiyorum. Herkese nasib olmaz, böylesi bir şans... Zor konuşurum, diyor. Az değil. Çok konuşurum ama, zor konuşurum, diyor. Testiyi kırmadan evladını tokatlayan baba gibi en başından söylüyor en son söylenecekleri.

Zor konuşurum diyen bir insanla ne konuşursunuz? En kolay konuşulanı. Hayatı. Ben de bu kayıt aletini ilk defa kullanacağım ve deli gibi korkuyorum ya kaydetmezse, diyemiyorum. İtirafını karşılıksız bırakıyorum. Ve ilk kez bir söyleşi konuğumun beyanına sorgusuz sualsiz teslim oluyorum. O andan itibaren bilgi, görgü, intiba ne varsa bulduklarım, duyduklarım kucağımda Murat Güney karşımda, basıyorum kayıt aletinin düğmesine, yaradana sığına...
Sonra? Sonrası, burada. Buyrun!

Hakkınızda çok fazla bilgiye ulaşamadım. Yaptığınız işler dışında, size dair detaylı bir hayat bilgisi yok sanal ortamlarda..
Mimar Sinan, Heykel bölümünden mezun oldum. Bunun dışında yaklaşık 10 yıldır bu sektörde çalışıyorum. Sinema- Tv işlerine girişim de gerçekten tesadüfi oldu. Sinema için çalışacağımı 10-12 yıl önce sorsalardı asla seçeneklerim arasında saymayacağım, benim de tahmin edemeyeceğim bir durumdu. Bu sektörde çalışmak aklımı ucundan geçmiyordu. Çünkü heykel bölümünü çok isteyerek seçtim.. Başından beri istediğim Güzel Sanatlar’la ilgili bir bölüm okumaktı. Resim ya da İç Mimari ya da Heykel okumak istiyordum. Ve heykel bunların içinde en baskın olanıydı. Sınavlara girdim ve kazandım. Hatta kazanmam da benim için sürpriz oldu çünkü hazırlık sürem çok azdı. Heykel bölümünü kazamdığımda da gayet mutluydum. Epeyce de geç girdim okula. Yaş olarak da geç girdim. Biraz isteklerini geç ifade eden ve geç kavuşan adamlardan biriyim aslında. Bundan 5 yıl öncesine kadar şikayetçiydim bu durumdan aslında ama artık değilim.

Sektöre girişiniz nasıl oldu?
Okurken bir yandan da çeşitli işlerde çalışıyordum. Barlarda çalışıp, duvar resimleri yapıyordum. O esnada da bir arkadaşım vasıtasıyla Çağan Irmak’ın ilk televizyon filminin sanat grubunda işe başladım. Çilekli Pasta. Asistan olarak girdim. Televizyon filmiydi. 5 günlük bir ön hazırlık ve sonrasında 20 gün sürecek çekim aşaması vardı. Kabul ettim ve başladım.




Devamını Buyrun Buradan Okuyun!




•• Fotoğraflar Murat Güney'in özel arşivinden alınmıştır.





® İstanbul, Ocak 2009


.

Murat Güney: Klişelerden Kurtulmayı Bilmeniz Lazım



Yapılan işin doğru dürüst bir iş bile olmadığını düşünmeme rağmen arkasından ikinci proje geldi. Ardından bir başka iş daha geldi ve ben kendimi Şaşı Felek Çıkmazı’nda çalışırken buldum. Şaşı Felek Çıkmazı benim için tamamen dönüm noktasıdır. İnanılmaz bir oyuncu kadrosu, inanılmaz bir senaryo, inanılmaz bir yönetmen, teknik ekip ve ben onların arasında bir çömez. Bu işi ilk defa “ne yaptığını bilerek, farkına vararak” yapar halde buldum kendimi. Çok heyecanlıydım. Her sabah koşturarak işe gidiyordum. O kadar keyif aldığım, eğlendiğim ve severek yaptığım bir iş haline dönüştü ki, “tamamdır” dediğim nokta Şaşı Felek Çıkmazı oldu. İşin mutfağında Çağan Irmak vardı, Mahinur Ergun vardı. Mahinur Hanım senaryoyu yazsa bir an önce yollasa da okusak, acaba ne olacak diye merak içinde beklerdik. O yüzden çok keyifli bir süreçti.

• Şaşı Felek Çıkmazı, her anlamda bir tür atölye gibiymiş..
Evet. Benim için bu meslekten haz almaya ve işi önemsemeye başladığım noktadır. Çünkü açıkcası daha önceki işlerin benim için anlamı şuydu; üniversite öğrencisiyim, heykel bölümünde okuyorum ve bir yandan da para kazanıyorum. Hem para kazanıyorsun, hem de okula yeterince vakit ayırıyorsun. Bu çok keyifli elbette bir öğrenci için. Bu sektöre olan ilgimin başlangıcı Şaşı Felek Çıkmazı olduğu için bende bu projenin ayrı bir yeri vardır.

• Başlangıç noktasına dönersek, bu iş size ilk olarak hangi içerikle sunuldu nasıl anlatıldı ve siz işin içinde kendinizi nasıl hissettiniz?
Sanat grubuna, asistan olarak çağrıldım. O zamanlar için “sanat yönetmeni” tanımını kullanmak doğru olur mu emin değilim ama, bana anlatılan, ekranda görünecek her resmin, karenin düzenlenmesinin sorumluluğu bize ait olacaktı. Başımızda bir sanat yönetmeni olacak ve biz onun direktifleri doğrultusunda sahnelerin görünümünü düzenleyeceğiz. Bana anlatılan iş buydu. Bugünkü bilincimle geri dönüp baktığımda da, çok zor bir proje değildi. Sıfırdan yaratılan mekanlar yoktu. Zaten varolan bir mekanı senaryonun istediği şekle sokuyorduk. Elde ne varsa. Hatta bazende evde ne varsa. O anlamda da çok zevkli bir iş değildi, sadece bulunduğum ortam çok keyifliydi. Zaten küçük ekipler kurulurdu. Bizim ekip de 2 kişiden oluşuyordu. Beni o ekibe alan da okuldan tanıdığım yakın bir arkadaşımdı. Filmin yönetmeni Çağan Irmak da çok samimi olmadığım ama tanıdığım en azından selamlaştığım bir insandı. Dolayısıyla ortama da yabancı hissetmedim kendimi.

• Şaşı Felek Çıkmazı benim anladığım kadarıyla sizin de yaptığınız işin muhteviyatını anladığınız ve önemini tam olarak idrak ettiğiniz bir proje olmuş öyle değil mi?
Evet. Tam olarak bu işin ne olduğunu algıladığım nokta oldu. Proje için çağrıldığımda ciddi olarak Çağan Irmak ve Mahinur Ergun’la oturup toplantılar yaptık. Projeye daha önce kaldığı yerden devam edildiğinden dolayı karakterlerin ne giydiği, nerede oturdukları, alışkanlıkları yani işin temeli atılmıştı. Ama onlara ciddi revizyonlar yapmak gerekiyordu. Şaşı Felek Çıkmazı, çok yoğun ve koşturmalı bir senaryosu olduğundan dolayı hayatın kendisi gibiydi. Ne aksesuar, ne dekor, ne de kostüm işi asla bitmezdi. Küçük bir ekiptik. Toplam 3 kişiydik. Ben ve iki asistanla birlikte çalıştık. Bunlardan birinin ilk, diğerinin de ikinci setiydi. Çok yorucu ama inanılmaz keyifliydi.

• Şaşı Felek Çıkmazı’nın benim zihnimde yer ettiği halini gözden geçirdiğimde sanat yönetiminin çok başarılı olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Çünkü her şey o kadar doğal ve işlevsel görünüyordu ki sanki yaşayan hazır mekanlara, o mekanlarda yaşayan gerçek insanların elbiselerini giymiş oyuncuları oturtmuşsunuz gibi görünüyordu.
Çok teşekkür ederim, Şaşı Felek Çıkmazı’ndaki bütün ekip adına. Neredeyse her mekanı sıfırdan yarattık diyebilirim. En ufak detayına kadar her konuda titizlikle çalışıldı. Bugün bile seyredince nasıl yapmışsız diye hayrete düşüyoruz. Özellikle kostüm seçimi konusunda çok özenli davranıp, her bir karekter için gardolap oluştuemaya çaba gösterdik. Mesela Derya Alabora’nın bir hırkası vardı, 26 bölüm boyunca kullandık. Onu bir semt pazarından almıştık. Füsun Demirel’in kostümleri de Salı Pazarı’ndan alınmıştı. Bugün hala o proje hakkında insanlar övgüyle bahsediyorsa bunun sebebi bütün ekibin göstermiş olduğu özen ve projeye duyulan sevgidir.

• Zaten sanat eğitimi görüyordunuz, yabancısı olmadığınız bir işe geçince kendinizde ne tür değişiklikler saptadınız?
Doğaçlama gelişen bir süreç yaşadım ben. Farkında olmadan pek çok şeye daha farklı gözlerle bakmaya başlıyorsunuz. Girdiğiniz bir mekan, okuduğunuz kitap, izlediğiniz bir film gözününde farklı şekillenmeye başlıyor. Her şeyi görsel hafizanıza kaydetmeye başlıyorsunuz. Her şeye sinematografik açıdan bakmaya başlıyorsunuz. Bir süre sonra insanlar ne giyer, ne içer, nasıl gezerler, nasıl davranırlar bunları zihninize not almaya başlıyorsunuz, farkında bile olmadan. Kitap okurken kahramanları ve mekanları gözünüzde canlandırırsınız ya, bunun sürekli ve çok detaylı olduğunu düşünün böyle bir sürece giriyorsunuz. Bu bende böyle oldu. Başkasında nasıl tezahür eder bilmiyorum. Mesela bugün artık boş bir mekana girdiğimde, örneğin orası bir cafe olacaksa, 5 dakika sonra artık orasının nasıl bir yer olacağını biliyorumdur. Her detayına kadar kafamda canlanır.

• Sinema filmlerini normal seyirci gibi izleyebiliyor musunuz?
Seyrediyorum. Normal seyirci gibi izliyorum. Gözlemiyorum, ortama odaklanmıyorum ama film bittikten sonra mekanlar ya da kostüm ve ortam hakkında bir sürü bilgiye de hakim oluyorum. Adeta bir refleks gibi. Film bittikten sonra olumlu ya da olumsuz her detay kendiliğinden hafızama yerleşmiş oluyor.

• Sıradan insanlar olarak biz, “Bu masanın üzerinde şu örtü olsun, o vazo da şurda dursun, sen de yeşil kazak giy!” diyenin sanat yönetmeni olduğunu sanıyoruz, bu bilgimizin ne kadarı doğru?
Çoğunlukla da öyle oluyor zaten. Çekim anındaki görevimiz aşağı yukarı böyle tarif edilebilir. Ancak bunu öncesinde çok yoğun bir hazırlık dönemi var. O vazonun ve o örtünün orada olup olmayacağına karar verildiği anın da ötesinde başlıyor bizim görevimiz. Öncesinde senaryo aşamasında yönetmenin kuracağı dünyayı anlamak, onun hayalindekini görünür hale getirmekten başlıyor. En başından anlatmak gerekirse genellikle önce projenin yapımcısıyla konuşursunuz. Yönetmen sizinle çalışmak istiyorsa, yapımcıya adınızı verir. Yapımcı da sizi çağırır. Projeyi anlatır. Ne istediğini anlatır. Önceden senaryo okuma şansınız varsa bu lehinize işleyen bir durumdur. Ama bazen senaryo ortada yokken anlaşırsınız. Evvelce iş yaptığınız tanıyıp güvendiğiniz bir yapımcı ya da yönetmendir proje sahibi, kötü bir iş çıkmayacağını bilirsiniz ve projenin henüz sadece ismi varken kabul edersiniz. İşi kabul ettikten sonra projenin sanat bütçesi kaba taslak ortaya çıkar ve bir sonraki aşamada sanat ve kostüm grubu senaryo okumaya ve ön hazırlık sürecine başlar. Aslında sanat ve kostüm diye pek ayırmak istemiyorum çünkü ben kostüme de müdahale ediyorum. Yönetmenle senaryo üzerinde ya da dizi işiyse 13 bölüm sinopsis üzerinden ön hazırlık çalışmalarına başlanır. Senarist ile birlikte karakterlerin genel hatları çizilir. Karakterler ne yer, ne içer, eğitimleri nedir, neden böyle davranır, alışkanlıkları nedir, bütün karakter dökümlerinin üzerinden geçilir. Dizide bu süreç sinema filminde olduğu kadar derinlemesine olmuyor çünkü böyle bir zamanınız yok. 90 dakikayı, 6 günde çekerken bu kadar derin tahlillere vakit ayıramıyorsunuz. Ama sinemada böyle değil. Sahne sahne detaylandırıp karakter analizleri, mekan tasarımları ve kostüm provaları önceden yapılıyor. Sağlam ve risksiz girmeye çalışıyorsunuz. Ama sürprizler olmuyor mu, oluyor. Bu da aslında işin zevkli taraflarından biridir. O koşuşturma, bizi besliyor ve biz bunu seviyoruz sanırım sinema sektörü olarak. Ciddi olarak ön çalışma 1 ay kadar sürer. Sonra kullanacağımız tüm aksesuarların, eşyaların listeleri çıkmaya başlar. Mekanlar, aksesuvarlar ve sponsorlar belirlenir ki ben sponsorlarla çalışmaktan çok haz etmiyorum.

• Neden?
Çünkü çoğu zaman astarı yüzünden pahalı geliyor. Sponsora ait olduğu için sizin kurduğunuz dünyaya uygun olmayan parçaları da kullanmanız gerekiyor. O yüzden ben sponsorla çalışmayı pek tercih etmiyorum. Eğer uygun kalemler olursa, yararlanıyoruz. Ama temel oluştururken sponsorlara sırtımı dayamaktan pek hoşlanmıyorum..

• Haklısınız...
Sonra da çekim esnasında da günlük programın aksamaması için her şeyi kontrol etmek ve her sahneyi hazırlamak zorundasınızdır.




• Görüntü yönetmeniyle paralel çalışıyorsunuz değil mi?
Evet. Sağ kol ve sol gibi oluyoruz. Çünkü ikimizin de görevi yönetmenin hayalindekine en yakın fotoğrafı oluşturmak.

• Murat Güney özelinde bir biçim/ tavır/ tarz tanımlaması yapmak gerekirse ve eğer bu tanımlama çabası doğru kabul edilirse beni en etkileyen şey adınızın geçtiği işlerde sanki hiç sanat yönetimi yokmuş gibi tamamen doğalında mekanlar, ve kostümler çıkarıyor olmanızdır. Sizin işlerinizde hiçbir zaman mekanlar ya da kostümler öne çıkmadı. Issız Adam’a gelene kadar.
Aslında mekanları karakterlerle birlikte değerlendirdiğiniz zaman Issız Adam’da da. Her şey doğal ama alışılagelmişin dışındaydı. Karakterlerin yaşadığı çevre, içinde bulundukları ortam ve farklı bir İstanbul, Issız Adam’da mekanların öne çıkmasına sebep oldu. Beyoğlu, Galata, Cihangir ve Kitapçılar Çarşısı gibi ruhu olan özel mekanlar ister istemez karakterler kadar öne çıktı. Filmin ardından bu mekanlara olan ilginin artmış olması da bunun bir göstergesi.

• Zor bir süreç miydi?
Çağan Irmak bunun bir İstanbul filmi olması gerektiğini, Cihangir ve Çukurcuma taraflarında geçmesi gerektiğini söyledi. Bahsedilen yerler çekim yapılması açısından çok zor mekanlar ve filmin neredeyse tamamı o mekanlarda geçecekti. Sonra karakterlerin üzerinden tek tek ve uzun uzun geçtik. Hepsinin özel hayatı, ruh durumları, alışkanlıklarını belirledik. Aşağı yukarı filmin geçeceği yerler belliydi ve location manager’la birlikte mekan arayışına geçtik. Ama ben zaten yürüyerek bütün mekanları 1 günde kafamda belirlemiştim. Hepsi boş mekanlardı. Hepsini yeniden yaptık. Lebnon hariç. Oraya da ciddi anlamda aksesuar girdi. Yani filme hizmet eden, mekanları öne çıkaran bir anlayış bunun üzerine kuruldu.

• Philippe Starck’ın limon sıkacağını (juicy salif ) kullandınız. Çok da eski bir objedir ama siz yeniden gündeme getirdiniz. Aslında filmde kullandığınız pek çok obje konuşuldu, dikkat çekti ve merak edildi değil mi?
Çok eski bir objedir, evet. Kullandığımız aksesuarlar insanların ilgisini çekti çünkü bu tür objeleri filmlerimizde görmeye pek alışkın değiliz. Filme dair konuşulan her obje çoğunlukla Alper’e aittir. Alper’in evi, cafesi, barı konuşuldu, çünkü böyle kurgulandı. Çünkü Ada işlevsel olan her şeyi, her yerden satın alabilir, marka aramaz. Ada’nın evi canlıdır, yaşar. Alper’in ise eviyle donuk bir ilişkisi var, onun evinde ikinci bir kişiye yer yok, ikinci kişinin yatacağı yer de yok.

• Tam yeri gelmişken sorayım, Alper’in evi olarak kullandığınız mekan sizin eviniz mi?
Yok hayır. Öyle olmasını çok isterdim, çok güzel bir mekandı. Ama benim evim değil.

• Mutfaktaki cam su ısıtıcısını nereden aldınız?
Senaryoda “kettle’da su kaynamaktadır” diye bir cümle yazılmıştı. Esse’de gördüğüm bir su ısıtıcısını görünce çok beğendim ve Alper’in evi için çok uygun olacağını düşündüm.

• Sinema filmlerinde sette oluyorsunuz anladığım kadarıyla, dizi setinde de fiilen bulunuyor musunuz?
Çoğunlukla sette bulunuyorum. Ama örneğin 15 sayfa, tek mekan içinde çekilecekse sahneyi kurup her ihtiyacı karşıladıktan sonra asistanlarıma bırakıp gidersem de bilirler ki o an orada olmak yerine piyasada olmam ve somut ya da soyut malzeme toplamakla meşgul olmam daha faydalıdır. Bunu herkes bilir. O yüzden çekim anında sette değilsem kimse bir şey demez.

• Obje satın alıyor musunuz, belki bir yerde kullanırım diye?
Artık almıyorum. Eskiden yapıyordum bunu ama artık yapmıyorum. Gerçekten evim fazlasıyla doldu. Saat ve Murano topluyordum sonunda evde kıpırdayacak yer kalmadı. Aslına bakarsanız, bir aksesuarı kullanıyorsunuz ve onun hükmü bitiyor. Artık yeniden kullanacağınız yeri bulmak zaman alabilir ve onu o süre içinde muhafaza etmek de dert haline gelebiliyor.

• Hollywood’da sanat yönetmenlerinin bir tür müze gibi kendi işlerini sergiledikleri, muhafaza ettikleri depodan hallice showroom’ları var. Mesela Issız Adam’ın malzemeleri kimin ve nerede onlar şimdi?
Satın alınan eşyaların tamamı Most’un deposunda. Hollywood’da da stüdyoların depoları vardır, yaygın olarak. Kendi koleksiyonuna sahip sanat yönetmeni ve kostüm tasarımcısı var elbette. Benim de bir süredir aslında aklımda böyle bir depolama sistemi var. Aslında hem bir heykel atölyesi gibi hem de marangozhane gibi bir yer düşünüyorum. Çok da işlevsel çünkü senaryo gereği bazen akıl almayacak kadar küçük bir şey lazım oluyor tuhaf bir saatte ve dükkanlar kapalı oluyor. Deponuz olsa gider, alır ve ihtiyacınızı karşılarsınız.

• Sabit ekiplerle mi çalışıyorsunuz?
Benim ekibim uzun zamandır sabit, evet. Şanslı bir insanım. Çok iyi bie ekiple çalışıyorum. 1. Asistanım Buket Sezgin’le 5 yıldır çalışıyorum. Artık aynı dili konuşuyoruz. Bakışarak anlıyoruz birbirimizi. Diğer iki asistanım Sinan Demir ve Salih Gültekin’de üç yıldır benimle birlikteler. Toplam 3 kişiyle çalışıyorum. Issız Adam’a başlarken, istersen 2 kişi daha al dediler ama kalabalık ekiple çalışmak pek çok açıdan konsantrasyonumu dağıtıyor. Sevmiyorum. Örneğin Çağan’la çalışacaksanız, çok sessiz ve çok hızlı olmalısınız. Bu gibi durumlarda çoğunlukla ekibin fazla adamdan oluşmasındansa birbirini iyi bilenlenlerden oluşması daha anlamlı oluyor.

• Dönem mi daha çok ilginizi çeker, böyle bir ayrım var mı sizin için?
Hayır hiç öyle özel bir yönelimim olmadı. Projeyi sevdikten sonra dönemdir ya da değildir diye bakmam. Tamamen hikayeyi, projeyi ve ekibi sevmekle ilgili benim tercihlerim. Koşuşturması, gerginliği, set içinde yeni bir şey yaratmanın heyecanı çok keyifli. İzleyenlerin tepkisi ve ondan aldığın haz çok önemli. Bunların üzerine bir de sevdiğiniz projede çalışıyorsunuz aldığınız haz da o oranda artıyor.

• Tiyatro için çalıştınız mı?
Hiç yapmadım. Öyle bir teklif de gelmedi. Ama çalıştığım işlerin içinde tiyatro dekoru yaptık. Basit ve naif şeylerdi ama tiyatro dekoru kurdum. Sanıyorum daha ziyade farklı ve dinamik mekanları içeren işler daha çok ilgimi çekiyor.

• Çok değişken ve hareketli hiç durmayan bir temponuz var. Bağımlılık yapıyor olabilir mi?
Olabilir. Mesela tek bir gün için Tarsus’a gidiyorsunuz. Issız Adam’dan örnek vereyim en son orada başımıza geldi çünkü. Tarsus’da önceden anlaştığımız mekanda sorun çıktı. İki günümüz var. Hemen yeni bir yer bulduk. Bulduğumuz mekan mimari olarak çok uygun ama, tek bir perde bile kullanabileceğimiz gibi değildi. Ve biz bir gün içinde o yeni mekanı revize ettik. Eşyaları bulduk, mekanın uyumsuz yerlerini onardık. Bütün ev boşaltıldı. Ev o gece sabaha kadar boyandı. Adana’nın bütün eskicilerinden eşya toplandı. Yatak örtülerinden, perdelere varana kadar dikildi ve öğleden sonra çekime hazırladık. Bir günde yapıldı bütün bunlar. Elbette böyle olunca çok tempolu bir iş oluyor. Bu arada şehri de görmeye çalışıyorsunuz, “tantuni yeseydik şurada” diyorsunuz, ama elde simitle günü bitiriyorsunuz.

• Sanat yönetmeni oyuncuya müdahale eder mi? Öyle bir hakkı var mıdır?
Eğer iyi tanıdığım bir yönetmense fikrimi söylerim. Ama temel yapılanmada benim iş alanıma girmez. Elbette ben, “ okuduğum hikayedeki yüz bu değil” derim çok iyi tanıdığım bir yönetmense ama genel olarak fikrimizi almazlar. Kısacası resmi olarak böyle bir satır yok görev tanımımız içinde.




• Oyuncu o fotoğrafa oturmadığında kamufle etmeye çalışmak daha mı zor?
Aslında yönetmen için zordur. Çünkü o oyuncu karakterle bütünleşemediğinde bunu kurtarmak yönetmene düşer.

• Figürasyona karışıyor musunuz?
Sadece kostüm anlamında karışıyorum. Reji maalesef o anda sahnenin çekilmesine odaklanıyor doğal olarak ve sizin kurduğunuz dünyanın bütünlüğüyle pek ilgilenmiyor. Hiçbir şekilde o adamla o kadın yan yana gelir mi, diye bakmıyorlar. O aşamada da bunu gözetmek tamamen sizin vazifenizdir.

• O yüzden de biz Türkiye’de çok başarılı kalabalık sahneler çekemiyoruz. Mesela disko, gece kulübü, eğlece mekanı ya da parti çekimlerimiz asla tam başarılı olamıyor. Bu anlamda su bardağında viski içiren Yeşilçam’dan bir adım ileri gidemedik.
Maalesef öyle. Çekemiyoruz. Daha doğrusu başarılı olmaya yaklaşabilenler bile çok zorlanıyorlar. Issız Adam’da o kalabalık disko sahnesini iki kere çektik. Çünkü istediğimiz gibi bir cast gelmedi. O sahne için 400 kişi lazım. Bunları tek tek giydirmek demek, akşama kadar sürecek demektir. Öyle bir zamanımız zaten yok. Bu yüzden ne istediğinizi en küçük detayına kadar cast ajansına anlatıyorsunuz. Hatta dergilerden fotoğraflar kesip yaklaşık olarak kostüm bilgisi de veriyorsunuz. Buna rağmen çekim günü bir figürasyon geliyor, inanamazsınız. Düğüne gider gibi geliyor insanlar. Tamamen yanlış tipler var elinizde. Çağan baktı ve sahneyi iptal etti. Ama dizide bu şansın da olmayabiliyor. O zaman biraz sen gizliyorsun, biraz reji gizliyor ve halletmeye çalışıyorsun.

• Sanat grubunda görev yapan ekipler özellikle ekran işlerinde çalışanlar gündelik hayatla ilgili çok donanımsızlar kaldı ki gelişmiş zevkler hakkında da kişisel bir gusto sahibi değiller. Bu sebeple de izlediğimiz işlerde sanat grubunun sahip olduğu “görgü” ve “bilgi”ye mahkum ediliyoruz. Bizim önümüzde değiller. Acaba çok mu zor benzer bilgilere ulaşmak, o yüzden mi bu kadar komik detaylar ve deliller veriyorlar elimize? Örneğin elinizde bir oyuncu var ve yüksek topuklu giydiğinde yürüyemiyor diyelim. Giydirme yüksek topuklu ayakkabıyı, babet giyince o kadın “zengin kadın” olmayacak mı sanıyorlar?
İnsanların nasıl yaşadığını bilirsiniz. Hayatı doğru gözlerseniz her tür hayat hakkında bilgi ve görgü sahibi olursunuz. Bu tamamen kişisel istekle ilgilidir. Bunun dışında da gerçekten oyuncunun sunduğunuz aksesuarı taşıyabiliyor olması çok önemli. Sizin aksesuarınız oyuncuya yük getirmeyecek, kolaylık sağlayacak. İçinde olduğu kıyafetle rahatsızsa bir oyuncu nasıl rol yapacak değil mi? Bunu kenara koyarsak, siz bir tür “kalite” isnad edeceksiniz diye giydirdiğiniz elbiseyi taşıyamıyorsa, taşıyabildiği elbiseyi bulup sunacaksınız oyuncunuza. Klişelerden kurtulmayı bilmeniz lazım. Marka taşır diye bir klişeye mahkum kalmayacaksınız. Siyah bir pantolunu ünlü bir markadan alabilirsiniz iyi durmaz, salı pazarından alırsınız marka gibi durur. Bunu yaratmak, arayıp bulmak da ciddi bir meslek sevgisi ve şevk ister. Aramalısınız. Dergilerden yararlanabilirsiniz ama hayat dergi fotoğraflarından ibaret değil. Zenginle rüküş arasındaki farkı bilmelisiniz.

• Şimdi ben dışardan bakan ve ahkam kesen biri olarak sektörün zor şartları olduğunu artık ezberledim. Evet, şartlar zor. Kabul. Ama başrol oyuncusuna üzerinde kat izleri duran bir gömleği giydiriyorsun ve bana şartlar zor diyorsan, artık ben bu masalı dinlemek istemiyorum. Ve gördüğüm zaman da o işi yereden yere vuruyorum, kimse kusura bakmasın. Bu sebeple sizin sektörde çalışanlara bu konuda getireceğiniz eleştiri çok önemli. Nedir bu “zor şartlar” meselesi sanat grubu açısından?

Uzun çalışma saatleri, kısıtlı sosyal güvenceler, meşakatli ve bitmek bilmeyen temposu sebebiyle zor şartlar altında çalıştığımız bir gerçek. Fakat bunun kesinlikle işlerin yarım yamalak, sakil bir şekilde halledilmesine bahane olmaması gerekiyor çünkü bu sektördeki zor şartların ne olduğu daha en başından ortada. Bunun bilincinde olan insanların profesyonellikten taviz vermeden ellerinden gelenin en iyisini ortaya koymaları gerekiyor.

• Emeğinizin karşılığını alıyor musunuz?
Açık söylemek gerekirse, işinizi iyi ve doğru yapıyorsanız karşılığını gerçekten alıyorsunuz.

• Sizin açınızdan bakıldığında bugün bulunduğunuz noktaya gelmenizde şans faktörünün payı nedir?
Başlangıç noktasında belki şansı yakalamak önemli ama onu sürdürülebilir kılmak sizin elinizde. Bir kez şans yüzünüze gülebilir ama gerisi tamamen size kalmıştır. İyiyseniz devam edersiniz. Devam edemiyorsanız dönüp kendinize bakıp doğru tahlil yapacaksınız. Kendinize dürüst olacaksınız. Pratik, hızlı düşünen, çözüm bulucu ve çalışkan olmanız lazım.

• Eleştiri yaparken en çok karşılaştığım savunma şekli, “Boşver” oluyor. Yani, “Boşver” bizim başucu kelimemiz özellikle de bu sektörde.
Büyük resmi görmek ve onu önemsemek açısından söylüyorlardır. Ama aslında büyük resim o küçük parçalardan oluşuyor, bunu da hiç atlamamak lazım. Zaten başarılı işlere bakarsanız, küçük parçaları gözardı etmemiş işlerdir. Size bir anımı anlatayım. Şaşı Felek Çıkmazı’nı çekiyoruz. Kahvaltı edecek ailece masayı hazırladım, sahneye girmeden önce Mahinur Hanım beni kenara çekti ve “herkesin önüne portakal suyu koymuşsun. Nerede gördün orta halli bir ailenin sofrasında herkesin portakal suyu içtiğini? Bu sadece Saadet’in alışkanlığı..” dedi. Öyle bakıldığında küçücük bir detay bu değil mi? Küçük bir şey. Seyirci bunu görür mü? Görmez boşver, derseniz o küçük boşverler birikir ve kurmak istediğiniz dünyayı yıkar.

• Murat Güney nasıl biridir, diye sorsam nasıl bir cevap alırdım?
İyi biridir. Ama reji beni sevmez. Ben rejiyi sevmem ☺

• Yeni proje var mı?
Kanal D de bir iş var. Sitcom tadında bir stüdyo programı. Yaz aylarında çekilmesi planlanan bir sinema filmi ve dizi var.

• Son olarak içinde olmak istediğiniz ama olamadığınız bir proje var mı diye sormak istiyorum. Şunu çekseler de içinde ben de olsam dediğiniz bir ekran ya da sinema projesi var mı?
Vardı aslında birkaç tane, ama yapıldı. Şimdi adını söylemek doğru olur mu, çok da emin değilim.

• Tamam, söylemeyin. Sadece küçük bir ipucu verin, dönem işi miydi?
Yok dönem değil. Çok uzun zaman önce okuduğum bir kitaptı. Çok da sevdiğim bir kitaptı..

• Gölgesizler mi yoksa?
Evet! İçinde olmayı çok isterdim. Ümit Ünal’ın filmlerini de çok seviyorum üstelik. İşi yapan sanat yönetmeni de arkadaşımdır. Zeki Demirkubuz’un Kıskanma’sında da olmayı isterdim, sanat yönetmenliğini Nilüfer Çamur yaptı. Keşke Nilüfer’e asistanı olmayı teklif etseydim.

Öyle dalmışız ki bir bardak çay zor ayırıyor bizi bu koyu sohbetten. Sanki dilencilerin uzun uykularında donduklarının farkına varmayan, sert bir kış yaşanıyor dışarda. Bizim dışımızda. Biz, merdiven diplerinde yosun tutmuş kelimelerin pasını siliyorduk. Keyfimiz yerinde. Onları mutsuz eden sözcüklerin tamamı bizim keyfimize selam duruyor. Bak, abartıyorum zannetmeyin şose diyorduk biz asfalt yollara o günlerde ve şoseler dört köşe parke taşlarıyla döşeniyordu. Boş sayfalar yoktu. Tıpkı Murat Güney’in hayat hikayesinde olduğu gibi.. Olur da taammüden bırakılmış tek bir boş sayfa bulunursa, o gizli ve gizli kaldıkça dokunulmaz bir acı halinde, sorgusuz sualsiz, son dakika günlerinden koparılan o boş sayfadan, ipi, yüce göklerde kopacak bir uçurtma yapmalı, tepetaklak düştükçe uçurtma ormanın derinliklerine, ormanın derinliklerinden lodos bulaşığı bir uçurtma efsanesi yaratmalı.







Fotoğraflar Murat Güney'in özel arşivinden alınmıştır.




®
İstanbul, Ocak 2009



.

Ana Sayfaya Dön
.

16 Ocak 2009 Cuma

Selahattin Sancaklı: Bu İşi Yapmak İçin İyi İnsan Olmak Şart

SS Kapak


Kimbilir kaç zamandır köprüyü geçmemişim ve Bağdat Caddesi’ne çıkmamışım, “cadde insanı” kavramına da uzak kalmışım. Bağdat Caddesi, o cumartesi hınca hınç dolu. Sıradanmış bu kalabalık, ben uzun zamandır ilk kez görüyorum. Çok çocukluğumda, yaz aylarında Caddebostan'a göçerdik, biz. Şimdilerde yerinde yeller esen Caddebostan Plajı'ndan denize girerdim. Hatıralarımı cebime tıkıştırıp, zihnimi temizleyip, kalabalığın arasında geçiyorum. Buluşacağımız yere doğru hızlı adımlarla yürüyorum. Trafiğin tersine gidiyorum. Neyin düzüne gittiğimi bir bilsem. Mükemmel bir adres tarifi almışım, kolayca buluyorum buluşacağımız yeri. Blog için söyleşmeyi kabul ettiğinde sanal ortamda aratıp birkaç fotoğrafını bulmuştum. Bu sebeple uzaktan bakınca da hemen tanıyorum. Ortalık tenha ama kalabalık da olsa zorlanmadan tanırdım. Çünkü aydınlık bir adam Selahattin Sancaklı. En uzaktan bile hissediyorsunuz ışığını, parıldıyor sanki. İlk izlenimim bu oluyor. Birkaç saniye kadar uzaktan bakıp, izliyorum. Küçük bir poşet var masanın üzerinde, satın aldığı DVD'lere bakıyor. Uzun bir koridoru var buluştuğumuz mekanın, tek başına oturuyor masada. Yüzündeki rengarenk gülümseyişin kalabalıklara ait olmadığını görüyorum. Yalnızken de gülümsüyor.

Hakkında öğrendiklerim elbette bu kadar değil. Selahattin Sancaklı, zaman zaman öfkeleniyor, elini masaya vurarak konuşuyor. Dümdüz cümleler kurarak bir çırpıda önüme bırakıyor. Gerçeğin yelkenlisini üfleyen Kaptan Ahab'a benziyor bir tarafıyla da... Herman Melville'in eseri olan ve albino balina Moby Dick'in peşine düşen denizcinin hikayesini bilir misiniz? Hani, bacağını kaptırdığı balinanın peşinden sonsuz sulara açılan Ahab'ı? Gözünü kırpmadan, ömrünü bu uğurda harcayan, o tuhaf gülümseyişini hiç unutmadığım, çocuk aklımın uzun boylu sarışın denizcisiyle karşılıklı oturup çay içiyorum sanki, bütün söyleşi boyunca. Bu tarafıyla ürkütücü. Hemen itiraz etmeyiniz. Çünkü Kaptan Ahab'ı, Gregory Peck'den çok önce tanırım ve ben tanıdığımda nedense bu Kaptan oldukça genç, uzun boylu, sarışın bir adamdı.

Tanışma ve ısınma faslı esnasında bir fırsatını bulup, bu blog hakkındaki fikrini soruyorum. “Biraz benim gibi, dili sivri..” diyor. Kayıt düğmesine basıyorum. Birazdan okuyacağınız Selahattin Sancaklı söyleşisinden küçük bir haberi çalıp, önceden vermek istiyorum sizlere, bir müjde gibi. Yakında mesleki bilgi ve birikimlerini aktaracağı bir blog açmayı planlıyor. Şimdilik aramızda kalsın ama...

Buyrunuz öyleyse...

• Mimar Sinan Üniversitesi, Sinema Tv mezunusunuz. Son yıllarda MSÜ mezunları perde ve ekran işlerinde isimlerinin yanında parantez içinde belirtiyorlar okullarını, bu ortak bir tavır mı?
Tamamen okula duyduğumuz saygıdan, sevgiden dolayı oluşan bir duruş sadece.

• 9 Eylül’le, MSÜ mezunları arasında bir rekabet var mı?
Öyle bir rekabet olmadı hiçbir zaman. Sonuçta herkes kendi okulunu ön plana çıkarmak ister. 9 Eylül mezunları biraz daha teori bazlı eğitim alırlar ve yönetmen yetiştiren bir okulmuş havasındadırlar. Daha doğrusu kendilerini öyle lanse ettiler. Biz biraz daha işin tekniğine bakan bir okul olarak bilinir olduk. İyi görüntü yönetmenleri MSÜ’den çıkar gibi bir algı çıktı ortaya. Hepsi bu.

MSÜ mezunları sektörde birbirini kollar mı?
Belli bir dönem elbette mezunlarımızı kolluyorduk. Ama yeni sınav sisteminden kaynaklanan bazı durumlar oluştu eğitim kalitesinde. Her sene bölüme 20- 25 kişi giriyor. Kimin girdiğini, kimin mezun olduğunu bilemiyor hale geldik. Mesela 2000’li yıllara kadar bizim okul mezunlarını -gelen olursa- yanımıza almaya çalışıyorduk. Aslında yine gelen olursa elbette yardımcı olmaya çalışırız…

Bu durumda şu andaki eğitim sistemini beğenmediğinizi söyleyebilir miyiz?
Aslında daha çok uygulanan sınav sistemi nedeniyle bu rahatsızlıklar oluşuyor diyebiliriz. Sadece biz değil, hocalarımız da beğenmiyor. 20-25 kişiye nasıl iyi bir sinema eğitimi verebilirsiniz? 10 kişiye zar zor verilebiliyordu. Her sene 25 kişinin geldiği bir sistemde sağlıklı eğitim koşulları olduğu söylenemez. Eskiden mülakat da vardı. Çok zorluydu okula girmek. Ben, 3 bin kişilik sınava girdim. 500’e kaldım. 500’den, ilk 50’ye kaldım. 50’den sonra da ilk 10’a girdim. Böyle bir çok katmanlı elemeden geçerek okula girdim. Bu kadar zorlu bir sınav sisteminde gerçekten o bölümde okumak isteyip istemediğin de ortaya çıkıyor, yeteneğin de, zekan da. Son yıllarda gençler boşta kalmamak için bölüm yazıyor. Açıkta kalmaktansa herhangi bir yeri yazıyorlar. Yani hepsi bu amaçla girmiyor elbette ama, gerçekten okumak isteyenlerin hakkını gasp edenler de yok değil. O anlamda, akademik eğitim almak isteyenler için halen uygulanan sistem iyi bir sınav sistemi değil.

Siz nasıl karar verdiniz görüntü yönetmeni olmaya?
Aslında benim kararım biraz da okulda belirlendi. Senaryo konusunda çok başarılı değildim. Başından itibaren kameranın büyüsü çok çekti ve etkiledi. Işık, kamera bunlar ilgimi daha çok çekti.



Devamını Buyrun Buradan Okuyun!
.





••
Fotoğraflar: Vedat Ozan





®
İstanbul, Ocak 2009


.

Selahattin Sancaklı: Bu İşi Yapmak İçin İyi İnsan Olmak Şart

SS Kapak


• En başından bu bölümü seçme kararını nasıl verdiniz? 69 doğumlusunuz galiba değil mi?
Evet, 1969 doğumluyum. Okula 1987 yılında girdim, 18 yaşındaydım. Aslında dayımın etkisi oldu. Reklam ajansında çalışıyordu ama alakasız bir bölümde. Muhasebe müdürüydü. Ara sıra ajansa götürürdü beni. Ajans ortamında bulundukça film yapımı ilgimi çekmeye başladı. Dayım daha çok grafiker olmam için ikna etmeye çalışıyordu beni. Akademi sınavlarına girdiğimde grafik, resim, iç mimarlık bölümleri ve bir de sinema tv bölümü vardı. Diğer 3 bölümün sınavlarına girdim, sonuçları beklerken Sinema Tv’nin de sınavlarına girdim. Kazandım. Grafiker olamayacağım ama sanatın bir dalında olurum dedim ve kaydımı yaptırdım. O zamanlar özel tv’ler yok, sinemanın durumu parlak değil. Okulu kazandığımda babam, “ne olucan sen?” dedi. Nasıl anlatabilirim ki kameraman olacağım, sinemada görüntü yönetmeni olacağım diye? Sinemacı olacağım diyorsun doğal olarak. Kimse akıllı uslu, ekmek kazandıracak bir meslek olarak görmüyor. Mahalledekiler, "televizyoncu olucan yani televizyon mu tamir edeceksin, dükkan mı açalım sana?" diyorlardı. Anlatamadım etrafımdaki insanlara durumu bir türlü.

Bizim okulda ilk sömestrin sonunda gerekli teknik bilgiyi alırsın. Biraz da akıllı, meraklı bir adamsan, kaparsın işin tekniğini rahatlıkla. Ben ilk sömestirden sonra hemen çalışmaya başladım. Babamın bir ayda kazandığı parayı ben haftada kazanmaya başladım. Çok şahane bir durum. En başta işin çok sanatsal yönüyle alakadar olamıyorsun. 18 yaşında adamsın neticede. Ben para kazanmaya başlayınca evdekilerin de hoşuna gitti. Bu sefer etrafımdaki insanlar bu okula nasıl giriliyor demeye başladılar. Çünkü okuyorsun, okurken para kazanıyorsun. Ciddi paralar kazanıyorsun. İnsanlar 6 sene tıp okuyacağıma gidip sinema okuyayım, diyor. Aslında Sinema- Tv ile ilgili konularda hâlâ da çok kişide bu bakış açısı var. Ama, bu böyle kolayca olacak bir durum değil anlaşılması gereken de bu zaten. Sonuç olarak herkese bahşedilen bir lütuf değil bu. Yeteneğin ve zekan varsa olabilecek bir durum. Bu gazla bölüme giren arkadaşlarım oldu, olmadı değil ama şimdi nerdeler o önemli.

Doğrudan Uğur İçbak’la çalışmışsınız yani şanslı bir giriş yapmışsınız…
Evet. Mehmet Aksın, Serdar Akar, Tarkan Karlıdağ hepimiz aynı sınıftaydık. O zamanlar Uğur İçbak bizden büyük sınıftı, abimizdi. Diploma projesini veriyordu. Biz de onun öğrenci filminde çalışıyorduk. Reklam sektöründeydi, Sinan Çetin gibi isimlerle çalışıyordu. Bir gün, “benim reklam çekimim var, asistan olarak gelir misin?”, dedi. Okey reklamı çekilecekti. Hiç unutmuyorum. Tamam dedim, gittik. Yarım günlük bir çekim. O zamanın parasıyla yanlış hatırlamıyorsam 20 bin lira aldım. Acaip bir para! Fakat sonrasında işler umduğum gibi gelişmedi, reklam sektörü açısından. Reklam piyasasında çalışanlar ve asistanların sayısı belliydi. Köşeler tutulmuştu. Piyasaya girmek çok zordu. Uğur’la da denk gelirse çalışabiliyordum, daimi bir asistanı vardı zaten. Onun dışında da piyasada işverenler kendi ekipmanıyla gelirdi. Kamera, yanında asistanıyla kiralanırdı. Baktım zorlanıyorum. Başka bir tarafa kaydım, ışıkta çalıştım bir süre. Işık asistanlığı yaptım. Ondan sonra yaz aylarında laboratuvarlarda çalışmaya başladım. Şafak Film’de çalıştım. Filmin kimyası nedir, ne değildir öğrendim ve okul bilgilerimi pekiştirmek açısından çok faydası oldu bana bu çalışmaların. Böylece yavaş yavaş girdim sektöre. Ama çok zor oldu. Çok sancılı oldu. Bir tarafta sektörün eskileri var, yenilere pek şans verilmiyor. Okullu olmak ciddi bir dezavantajdı, ukalalık gibi geliyordu bizim durumumuz insanlara. Alaylı ve okullu arasında tatlı bir sürtüşme vardı yani.

Sinema nasıl başladı?
Bir şirkette asistan olarak işe başladım. Kamera departmanında, kameradan sorumlu adam olarak çalışmaya başladım. O zaman uzun metrajlara gitmeye başladım. Şansıma da Ertunç Şenkay’la tanıştım. Ertunç Abi benim için çok önemli bir adamdır. Çünkü okulda öğrendiğin doğrular başka, öğrendiklerini pratiğe geçirmek başka. Ertunç Abi alaylı olmasına rağmen çok pratik bir sinema zekasına sahiptir. Işık kurma konusundaki çözümleri çok yaratıcıdır. Beni çok etkilemiştir, kendimi geliştirmemde katkısı büyüktür. Türkiye için ideal bir adamdır. Hele 4-5 haftada çekilen sinema filmleri olduğunu düşünürseniz, ideal ışıklar yapan çok başarılı bir adamdır. Tarzını, insan ilişkilerini çok severim. Sert bir adamdır ama komiktir de aynı zamanda. Çok eğlenceli geçiyordu onunla çalışma zamanlarımız. Reklam asistanlığı kısmında da yurt dışından gelen ekiplerle çalıştım. Yabancı yönetmenler, görüntü yönetmenleri geliyordu. Onları çok dikkatle gözler izledim. Bana öğretilenlerle, gördüklerimi kafamda örtüştürüp bir şekle sokmaya çalışırdım.

Sektör içinde bir tarz ve tavırdan söz etmek pek mümkün değil ama daha yakın olduğunuz bir tarz var mı?
Kendime bir tavır vermeye, tarz yaratmaya çalışıyorum. Aslında okula girdiğiniz ilk andan itibaren bu durum doğal olarak sizinle birlikte yürüyor. Tavır, tarz zamanla gelişip yerleşen bir durum. Ben, bir zaman sonra tek kaynaklı sert ışıkları seven bir adam oldum mesela. Yani bu tarz meselesi projeye göre değişen bir durumdur ama, sinema görüşüm biraz daha o yöne kaydı diyebilirim. Çok ışık yapmış gibi değil de, daha çok işin doğalında dolanan insanların tarzını sevmeye başladım. Darius Khondji gibi Janusz Kaminski gibi adamları seviyorum. Onların yaptığı her işi seyrediyorum.

Masumca seyredebiliyor musunuz? Yani perdede oynayanı sıradan bir film gibi izleyebiliyor musunuz?
Yok. Ben okula girdiğimden beri sinema filmini "film" gibi izleyemiyorum. Keyif almıyor muyum, alıyorum elbette.

En son ne izlediniz?
Ridley Scott’ın son filmini “Body Of Lies”ı izledim. Kafamdaki sinemaya çok yakın bir iş çekmiş adam. Ridley Scott’ın yanında çaycı olmayı bile isterdim, şu halimle ve durumumla yani. O kadar beğendiğim bir adamdır..

SS05


Yabancı ekiplerle de çalıştınız. Bizi nasıl buluyorlar?
Pek çok yabancı ekiple çalıştım. En son, “Kurtlar Vadisi Irak” filmi için Ridley Scott’ın efekt grubu Mark Meddings geldi. Onlara sordum. Nasıl görüyorsunuz burdaki durum nedir, dedim. Adamlar çok büyük projelerde çalışmışlar. Saving Private Ryan, Black Hawk Down, Gladiator gibi onlarca büyük projede çalışmışlar. "Garip insanlarsınız. İlk başta çok tedirgin olduk. Çekinerek geldik ama Türkiye’de genç insanlar bir iş yapıyor madem bize de teklif ettiler bakalım dedik. Aslında verdiğiniz paraya dönüp bakmazdık ama meraktan geldik." dedi. Çok keyiflenmişler bizimle çalışırken. Mesela "Siz çözüm bulmak üzere kodlanmışsınız. Olanaklar kısıtlı da olsa bir şekilde durumu çözmek üzerine kodlanmışsınız." dediler.

Sizin döneminiz ve sizden biraz önce mezun olanlarla birlikte dikkat çekmeye başlayan bir “görüntü yönetmeni” kavramı var. Önceden sektörün içinde de öne çıkmayan bir kavramdı. Maalesef kavramsal olarak hâlâ sıradan insana hiçbir şey ifade etmeyen bir mesleğiniz var. Siz bu geçiş dönemini nasıl yaşadınız?
Sektöre çıktığımız dönem 88-89 seneleriydi. O zamanlar özel kanallar yok. Hiçbiri yok. Bir tek TRT var. Yeşilçam, video film furyasına girmiş, hatta o dönemin sonu gibi. Aman aman bir sektör de yoktu ortada, halen de olmadığı gibi. En çok reklam sektörü gelişmekteydi. Yeşilçam’da bir film çekme maceram var benim. İnanılır gibi değil. Aşkın Sağıroğlu ile bir filme çağrıldık. Gittik, 4 metreye 3 metre bir ofis. Ortalıkta yoğun bir küf kokusu var. Aşkın’la ben birbirimize bakıyoruz. Okulda bize işimizin anlatıldığı şekliyle o anda bulunduğumuz ortamın en küçük bir alakası yok. Aslında tam olması gereken gibi anlatılıyor okulda ama, dışarıda öyle bir gerçek yok. Bize okulda öğretilmiş, lensler şöyle muhafaza edilir, negatifler şurada saklanır. Alakası yok. Adam başladı konuşmaya. Yönetmen şu, oyuncular bu, anlatıyor. Ben, kamerayı görebilir miyim, dedim. Kamera 2C ya da 2B, ne olduğunu da tam anlayamadım zaten. Vizörden bakıyorsun resmin yarısı flu, ortaya denk getirebilirsen gözünü görüntü nispeten netleşiyor. Lenslerin halkaları kaymış. Son derece büyük bir hayal kırıklığı yaşadık. Okula gittim, hocalarıma anlattım durumu. “Biz o sebeple size sektörden uzak durun diyoruz. Zehirlenirsiniz, yanlış öğrenirsiniz.” dediler. Tamam, uzak duralım zehirlenmeyelim ama sonuçta bu gerçekliğin içinde iş yapacağız hepimiz bir gün. Muhataplarımız, işverenlerimiz bu insanlar ve bu olanaklar. Bir şekilde ara yolu bulmak lazım. İşte o ara yolu bulmak çok zordu ve uzun sürdü. Kendimizi kabul ettirmek çok zor oldu. “Alaylı” ve “Okullu” gibi çok keskin bir çizgi vardı. Sette herkes bir tuhaf bakıyor okullusunuz diye. Set işçisi de küçümseyerek bakıyor. Bu sebeple insan ilişkileri düzgün olanlar, kolay iletişime geçme becerisi olanlar bu engeli çabuk aştı. Hiç kolay değildi. Herkesin gözü üzerimizdeydi. "Okulda yanlış öğretmişler size" diyor adam mesela. Ya nesi yanlış asıl doğrusu bu, kitabi şey burda işte, diye gösteriyorsun ama faydasız.

Yönetmenlerin tavrı nasıldı size karşı?
Ben Yavuz Özkan’la çalıştım, 3 filmde. Aramız çok iyiydi. Yavuz Abi, okumuş yani duruma vakıf olan insanlara karşı çok saygılı ve ilgiliydi. Hep sorardı. Bir nev-i danışır gibi yapar, o anlamda bizi motive ederdi. Yılların sinema tecrübesi var tabii. Çok güzel geçti asistanlık dönemim. Hatta son olarak geçen yaz bir film için çağırdı beni ama vakitlerimiz uymadı. Ters bir yönetmenle başlayıp meslekten soğumak gibi bir durum da oluşabilirdi. Tam tersine Yavuz Abi kucakladı bizi. Gökhan Atılmış’la birlikte çalıştık Yavuz Abi’yle o dönem. İyi bir dönemdi bizim için. Ertunç Abi’den sonra Yavuz Abi’yle çalışınca sinemayı sevdirdiler bize. Mesela hiçbir sette bana bağırıldığını, aşağılandığımı hatırlamıyorum. Böyle bir gelenek de var çünkü. Kıstastır yani. Adam ustasından azar işiterek büyüdüğü için çırağına da öğrendiği gibi davranıyor. Ben o durumu hiç yaşamadım.

Ekranla ilişkiniz nasıl başladı?
Kanal D’de “Mini Miniler” adında bir iş vardı. Serdar Akar çekiyordu orada başladım. Okul kapalıyken cumartesi pazarları yani asistanken, görüntü yönetmeni gibi takıldığım ilk işimdir. Sonra TRT’ye bir iş yaptım. Rahmetli Selim Naşit oynuyordu. 4-5 bölüm çalıştım. O da pek tutmadı. Çok dikkate değer işler olamadı ama televizyon bazında kendimi geliştirmeme yaradı. Asıl müzik klipleriyle bir çıkış sağladım denilebilir. 120’ye yakın klip çektim. Kendime ışıklar bulurdum. Kafamda kurduklarımı uygulardım. Çok deneyim kazandırdı bana. İlk film pozladığım klip Abdullah Oğuz’la, Sertab Erener’in “Ruya” klibidir. Peşinden “Adam” şarkısının kilbini yaptık ve “Uhte”yi çektik. Ödüller aldı onlar yurt dışında. Aslında en çok kriz zamanı çok zorlandım. Malum 8 senede bir kriz çıkıyor bu ülkede. 2000 krizi esnasında hayata küstüm diyebilirim. Askerden gelmişim. 8 ay yok olmuşum piyasadan. Değil 8 ay, 8 gün ortalıkta görünmesen hemen unutulursun, yerine başkaları gelir bu piyasada. İşte o zaman doğru meslek ama yanlış memleket dedim, kendi kendime...

Gitmeyi düşündünüz mü?
Yok. Hiç düşünmedim.

Teklif geldi mi?
Teklif geldi ama artık 20'li yaşlarda değilsin ki macera yaşayabilesin. Evlenmişsin, çocuk sahibi olmuşsun. Co- production bir iş olur, o tamam. Yurt dışında yapamam mı, diye soruyorum kendime, yaparım. O konuda sorun yok. Çektiğim filmleri yurt dışından gelen ekiplere gösteriyorum. Olumlu tepkiler alıyorum. Ama artık adamlar yurt dışından buraya geliyorlar mesela reklam çekmeye, beni niye götürsünler oraya? Aslında bu memlekette bu işi yapmak çok keyifli. Doğru insanlara denk gelindiği zaman çok iyi işler yapmak ve keyif almak mümkün. Zaten bizim en büyük problemimiz, sektör müyüz, değil miyiz? Hala bunun ayrımına varabilmiş değiliz. Sendikamız var ama neyin sendikası? Daha 2-3 hafta önce iki tane insan öldü, ne oldu? Yaptığımız diziler gibi oldu. Kuma bir yazı yazdık, dalga geldi götürdü.

Şimdi yolda gelirken onları düşünüyordum. Allah rahmet eylesin. Olayın ertesi günü Sine- Sen alevlendi. Toplaşıp yürüdüler. Bitti. Sonra ne oldu, kimsenin bir haberi yok...
O kadar. Bakın, ben size Sine- Sen üye kartımı göstereyim. 1995 yılından beri üyesiyim. Kavga dövüş, meslek haneme kameraman yazdırdım. Yılda 120 lira aidat veremeyecek kadar düşkün bir adam mıyım ben? Değilim. Sendika olarak sen neredesin? Hiçbir hakkımı savunmadıktan, aidat toplamaktan başka bir varlık gösteremedikten sonra biz neyi konuşacağız ? Toplanalım miting yapalım, Taksim Meydanı'na çelenk koyalım, sonra ne olacak? Senin sendika olarak herhangi bir yapımcıya, bir tv kanalına yaptırım gücün yok ki!



SS02


Bana göre "çalışma şartları" meselesinin aşılması ve iyileştirilmesi pek mümkün değil. Eğer olur da şartlar birgün değişirse, bu sektör mensuplarının mücadelesinden değil, sektörün temayüllerinin değişmesinden olacakmış gibi geliyor...
Aynen öyle. Bu piyasanın kalbur üstü yapım şirketleriyle çalıştım. Hâlâ da çalışıyorum. Baktığında verdikleri ücretler iyi, insanlara yaklaşımı iyi, şartlar daha insani, sigortan var, ödemeler düzenli. Araç derdin yok, alıyorlar sete götürüyorlar evine teslim ediyorlar. Ama ona rağmen ben her gün 17 saat mesai yapıyorum. 17- 18 saat çalışıyorum. 17 saat çalışan bir insandan nasıl verim bekleyebilirsin? Yapılan işler aslında mucize. 90 dakika- 87 dakikalık bölümler çekiliyor. 6 günde, hatta 6 gün de değil 5 günde çekiliyor. Sonra da televizyon eleştirmenleri çıkıp, “şurda şu olmuş, arabanın ışığı böyle olmuş, bu adam gizli gidiyordu bu nasıl ışık?” diyorlar. Kardeşim, biliyorsan bana anlat, ben de uygulayayım. Gece çekiminde, araba içi çekiminde nasıl bir ışık olur sen bana anlat, nasıl aydınlatacağımı söyle, ben de ona göre ışık yapayım. Misal istersen sen gel, 17 saat, 18 saat süreyle 5 gün sette dur, bakalım ondan sonra o sette çalışan insanları eleştirebilecek gücü bulabilecek misin?

Eleştirme demiyorum. Ama sen meselenin ışığına kadar girerek eleştireceğine, içinde bulunduğun sistemi, yazdığın gazetenin patronunu eleştir. Kanal sahibi olan onlar. Bu insanların hiçbiri köle değil. Bize öğretilen nedir? Bir insanın bedenen ve zihnen fokuslanabildiği makul süre maksimum on saattir. Biz sabah 7’de başlıyoruz çekime. Haricide başlıyoruz. Kar yağıyor, tipi oluyor yağmur çamur altında çalışıyoruz. Ondan sonra kat kat giyinip, galoşları takıp iç mekana giriyoruz. Ev sahibi sanki evine hayvan sürüsü girmiş gibi bakıyor, parasını alıyor ama çok da beğenmiyor yani bizi. Filmciler geldi, diziciler geldi, diyor küçümseniyoruz. Ondan sonra televizyona çıkıyor, vay efendim orası da şöyle oldu. Neyiz biz? Niye bizi bu kadar eziyorsunuz ki, çok adi bir iş mi yapıyoruz?

Bu sorunu yine bu sektörün kısmen vazgeçilmezleri yani pastadan büyük dilimi alanlar çözemeyecek mi?
Türk insanının problemi hep aynı. Başımıza bir iş gelmediği sürece bütünleşemiyoruz. Bütünleşsek bile kısa bir an için yan yana durabiliyoruz. “Biz kaç kişiyiz” adında bir platform vardı mesela, ne oldu onlara? Mitingler yapıldı, yer gök inledi, sonuç? Adam şimdi hapiste, kaç kişi kaldı arkasında? Biz kendi aramızda da çok denedik birlik olmayı. Amerikan sineması gibi "Society" olmayı denedik. İlk toplantıda tartışılan konu şuydu: ben ayda altı tane iş çekiyorum, yedi çekmek isterim. Ben diyorum ki, ben ayda bir iş bile çekemiyorum o işi bana pasla. Kimse yanaşmıyor. Şimdi böyle bir durumda kiminle neyi halletmeye çalışabilirsin? Hiç kimse kendi cebinden üç kuruş eksilsin istemiyor, daha gelmemiş olanı bile kayıp gibi düşünüyor. Bizlerin kiralanan kamera kadar bile kıymeti yok. Onun sigortası peşin ödenir. Başına bir kaza gelmesin diye özen gösterilir ama bizim o kamera kadar kıymetimiz yok. Mesela ben arkadaşlarıma da tavsiye ediyorum imkanı olanlar mutlaka özel sağlık sigortası yaptırsınlar.

Eskiye göre daha çok ve sık konuşuluyor bu sorunlar. Eskiden kendi aranızda konuşuyordunuz şimdi ben, o, yani sıradan insan da konuşuyor.
Konuşulur da çözüme gitmek çok zor. Tuzla’da kaç tane insan öldü? En son benim bildiğim 110 kişi. Ne oldu? Kriz geldi, işler durdu da insanlar ölmüyor. Yoksa şartlarda bir gelişme sağlandığından değil. Sektörel bazda baktığımızda hiçbir garantimiz yok. Diziye başladın diyelim. Hayatının 1 senesini o işe angaje ederim diyorsun. Sonra 3 bölüm çekiyorsun, 4. bölüm paketleniyor proje. Dizi kalktı, diyorlar. Bana başka iş gelmişti o esnada ve gitmedim. Ne olacak şimdi? En azından 13 bölümlük bir anlaşma imzalamam lazım ki kendimi güvenceye alabileyim. O zaman proje 5. bölümde de bitse, -devam ederse ne ala- bir garantim olabilsin.

Uzun zamandır Pana Film'in projesinde çalışıyorsunuz. Kurtlar Vadisi. Pana Film’le ilgili başka insanlarla da konuştuğumda nispeten daha iyi şartlarla çalıştıkları söyleniyor, doğru mu bu?
Çalıştığım en iyi şirketlerden biridir. 5 senedir bu insanlarla çalışıyor olmamın sebebi başka türlü açıklanamaz. Onlar benden memnun, ben de onlardan memnunum ki ortak bir paydada buluşuyoruz ve devam ediyoruz. Biraz daha insani saatlerde çalışılıyor, daha iyi yemek yeniyor, geç kalan insanlar evlerine arabalarla bırakılıyor. Ama kanaldan gelen taleb, 85 dakika. 85 dakika iş teslim etmek durumundasın. Çünkü kanal 3 tane reklam kuşağı koymak istiyor araya Kanal 85 dakka iş istedikten sonra Pana Film olsa ne yazar, Metro Goldwyn Mayer olsa ne yazar? Amerika’da adamlar senaryoları 60 dakika istedi diye bütün senaristler ayaklandı, yazmıyoruz dediler. Oyuncular, yönetmenler ayaklandı. Topluca greve gittiler. Sonunda yine 45 dakikaya bağlandı. Avrupa Yakası mesela sitcom değil mi? 110 dakika süren sitcom olur mu?

Haklısınız... Sizce yeterince yetişmiş adam var mı bu sektörde?
110 tane diziyi kaldıracak kadar adam yok. 110 tane yönetmen, 110 tane görüntü yönetmeni yok, dünyada yok. Böyle baktığında sektör bir elin parmağı kadar yönetmenin etrafında dönüyor. Doğru dürüst iş yapan yönetmen sayısı 10- 15'i geçmez.

Blog okurlarına doğru görev tanımı anlatabilmek için ekran işlerini baz alarak bir bölümün çekim günlüğünü anlatır mısınız? Yani nerede başlıyor göreviniz ve nerede bitiyor?
Görüntü yönetmeninin vazifesi senaryoda yazılanı, yönetmenin kafasında var olanı elindeki materyalle yansıtmak, görünür hale getirmektir. Bu film olur, video olur, dizi olur fark etmez. Senaryoda var olan atmosferi yaratan, yönetmenin kafasındaki dramatik durumu ortaya çıkaran insandır. Sabah gelir. Çekilecek sahnelere bakar. Harici sahneler var diyelim. Sahnenin durumuna, havanın çatlağına patlağına göre ışığı dengeler. Şaryonun hareket alanını belirler, kullanılacaksa elbette. Kısacası yönetmenin yaratmak istediği dünyayı resme aktaran adamdır.

Sanat grubuna da karışır mı?
Elbette. Set hiyerarşisine göre birinci adam yönetmendir, ikinci adam da görüntü yönetmenidir. Yönetmen zaten işin genel havasını, gereklerini sanat grubuyla konuşmuştur. Karar vermiştir. Biz karar verilenin uygulamada sorun çıkarmamasını denetleriz sadece. Zaten yönetmenle ortak bir resim görüyor olmanız lazım aksi halde başarılı olamazsınız. Onun ak dediğine ben kara dersem, o iş yanlış olur. Görüntü yönetmeninin sanat yönetmenine de, ışıkçıya da, set grubuna da etkisi vardır. Ama dediğim gibi, yönetmenle parallel gittiği zaman doğru sonuç çıkar. Aksi halde yönetmen filmi değil, görüntü yönetmeni filmi olur. 19 yıllık meslek hayatımda hiçbir zaman yönetmeni ezen bir tavrım olmadı. Yönetmen ne istiyorsa onu yerine getirmeye çalışan bir adam olmaya özen gösterdim. Yönetmenini, yapımcısını mutlu eden görüntü yönetmeni ideal görüntü yönetmenidir.

SS01

Yapımcı mı?
Yapımcının da istekleri var. Onun da projeyi oluştururken hayal ettiği, baz aldığı bir dünya var. İş öyle başlıyor. Okuduğu senaryonun onda oluşturduğu dünyayı kim yaratır diye düşünüyor. Şu yönetmen olsun diyor. Yönetmen diyor ki, benim kafamdaki resmi en iyi kim yapabilir? X yapabilir. Yani kurulan ekipler tesadüfi değildir hiçbir zaman.

O günün çekim programı bittiğinde sizin de işiniz bitiyor mu?
Montaj ve seslendirme kısmına ben pek katılmıyorum. Sadece color correction dediğimiz renk düzeltme durumu var. Yani sette müdahale etme şansının olmadığı bazı anlar olur. Color Correction o tür durumları toparlayacak işlemi yapan birimdir. Filmin toplam ambiyansını doğru olarak renklendirdiğiniz bir yer, oraya gidip rengi seçiyorsunuz. Mesela Asmalı Konak'ta sarı hakim bir renk vardı. Kurtlar Vadisi’ne başlarken biraz daha soğuk bir renk olsun istedim. Mavi ağırlıklı bir durum yaratmak istedim. Işte o maviyi bütün filme yaymak için çekim sonrası bölümün gittiği bir yer var, ondan sonra benim işim bitiyor.

Asmalı Konak gerçekten çok güzel bir projeydi. Her zaman güzel işler çıkabiliyor ama fenomen iş çok az çıkıyor. Asmalı da öyle fenomen bir işti. Tamamında var mıydınız?
Ben ikinci dönem vardım. Yani Seymen Ağa’nın mayın tarlasına girip patlamasından sonraki dönemde vardım. Açıkçası o işin sahadaki başarısı Çağan Irmak’la alakalı. Çok pozitif bir adamdır. Sinirli mi derseniz, evet çok tartışmalarımız olmuştur. Ama dersini çalışıp gelen bir adamdır. Asmalı Konak’ın sanat yönetmeni, dersini çalışıp gelen bir insandı. O sette herkes dersini çalışıp sete çıkıyordu. Çağan’ın o zamanki ekibinin şu anda bulunduğu yerleri söyleyeyim. Sanat grubunda Murat Güney vardı. Babam Ve Oğlum’un ve Issız Adam’ın sanat yönetmeni oldu. Ayla İncekol’un bir sürü işi var. Irmak Çığ var, suflördü, en son Yol Arkadaşım’ın yönetmeni oldu. Uluç Bayraktar vardı , dizi yönetmeni oldu. Bir anlamda da okul gibiydi dizinin seti. O gün orada olup, bugün çok iyi yerlere gelen bir sürü arkadaşımız var.

Biraz geriye dönmek istiyorum. Çünkü özellikle altını çizmek istediğim bir durum var. Evet, sektör şartları kötü. Ama sektör çalışanlarının da bir kısmının vasıflı eleman olamamasından kaynaklanan sorunlar olduğunu kabul ediyorsunuz değil mi?
Elbette. Kimi zaman yeni gelen asistanlara yakın planda adamın kafasının kesilmeyeceğini anlatana kadar göbeğim çatlıyor. Kadrajlar çünkü daha önce yaptığı işin devamı gibi geliyorlar, kendi dizinizin konseptini oturtmak biraz vakit alıyor. Ama iyi asistanlarım var. Bazen arkadaş veya talep üzerine gelenler oluyor. İyi olanlar kalıyor, bir ışık görmediklerimiz maalesef eleniyorlar.

Türkiye teknik ekipman ve alt yapı açısından yeterli mi?
Kesinlikle yeterli. Her tür teknik ekipmana sahibiz.

O zaman neden hâlâ temiz bir "gece sahnesi" izleyemiyorum?
O laboratuvarla yani filmin banyosuyla ilgili bir sorun. Maalesef o konuda yetişmiş teknik eleman eksiği var.

Mezunlardan bu işe yönelenler olmuyor mudur?
Sanmıyorum. Onlar hemen yönetmen olma peşine düşüyorlar. Günümüzde kimsenin kolay kolay ilgisini çekecek bir meslek değil. Çocuklar yönetmenlik daha çok para kazandırıyor sanıyor.

Ekipmanınızla mı gidiyorsunuz projelere?
Ben tüccar değilim. Hiç bu konuda yatırım yapmadım. Yapımcıyı da serbest bırakmak lazım bu konuda. Ben sadece ihtiyacım olanları söylerim ve yer gösteririm. İstediğim kalitede ekipmanı kimden sağladıklarıyla uğraşmam.

• Yakında
sinema filmi var mı?
Birkaç projeyle görüşüyorum. Vakit olmuyor çoğunlukla. Uygun zamanlama olursa her sinema projesine açığım. Ama 35’e çekilen işleri organizasyon anlamında daha samimi ve ciddi buluyorum. HD olması ekiplere bir rahatlık sağlıyor ve bu da sahada işe asılmayı değil, rahatlığı tetikliyor.

Son olarak gençlere ne söylemek istersiniz?
Çok film izlesinler, çok çalışsınlar ve iyi insan olsunlar. Bu işi yapmak için iyi insan olmak şart. Çünkü bizim işimiz insan psikoljisine hitap eden bir iş. Sevgiyle, severek yapılan her iş gibi.



İyi insan olmak... Bu lafın üzerine en yakışan şey susmak ve nokta koymaktır, sanırım. Selahattin Sancaklı bu sektörde çok uzun zaman, çok başarılı işler yapacak ve adını hatırlanacaklar listesine en tepeden yazabilecek iyi bir insan. Aslında ben düğmeye basıp kaydı durdurduktan sonra bir süre daha konuşuyoruz. Sohbete devam ediyoruz. Biz, hararetle merak ettiklerimizi soruyoruz, o bize cevap vermeye devam ediyor, bütün nezaketiyle. Bir ara, yeniden kayıt düğmesine basmaya niyetleniyorum. Ama sohbet hem çok teknik konularda seyrediyor, hem de fazla kişisel gelişiyor, o yüzden vazgeçiyorum. Çünkü masada bir fotoğrafçı ve neredeyse sinemacı kadar yetkin bir seyirci var. Aslında onlar ortak bir lisanda konuşup anlaşıyor, ben sadece dinliyorum. Bir süre sonra izin isteyip, teşekkür ederek kalkıyoruz.

Dışarıda yağmur başlamış. Dolmuşa binerek o yakayı terk etmem konusundaki bütün ısrarlara ve benim bütün çabalarıma rağmen taksiye biniyorum. Çünkü üşüyorum ve dolmuş bir türlü gelmiyor. Üç, iki, bir. Tek başıma kalıyorum. Yol boyunca, kulaklığı takıp söyleşiyi dinliyorum. Bir yandan da kucağımdaki kitaba bakıyorum. Tatlı Ruyalar. Yazan, Alper Canıdüz. Elimde tuttuğum, kitabın yedinci baskısı. İletişim Yayınları. Okur muyum? Okurum.


••
Fotoğraflar: Vedat Ozan


® Ocak 2009

.

Ana Sayfaya Geri Dön


.
free hit counter
Powered By Blogger