29 Aralık 2008 Pazartesi

Ümit Ünal:Sanatın En Güzel Tarafı Önceden Belirlenmemiş Olması

ümitünal1


TEYZEM OTOBİYOGRAFİK BİR HİKAYEDİR

Ben de bu olaydan çok etkilenip hikayesini yazmaya başladım. Senaryo diyemiyorum, 30 sayfalık bir hikayeydi. Hatta daha çok kısa film senaryosu gibiydi. Daha sonra İstanbul’a geldiğimde o hikayeyi bir kaç kişiye gösterdim. Atıf Yılmaz’ın asistanı Leyla Özalp’le tanışmıştım. Leyla okudu hikayemi ve çok hoşuna gitti. Film yapılabileceğine inandı. Atıf Yılmaz’a beğendirmeye çalıştık. Hikayeyi beğendi ama film yapılabilmesi meselesiyle pek ilgilenmedi. Ben de filmimde Müjde Ar’ın oynamasını çok istiyordum. Leyla, Adı Vasfiye’de 4. asistan olarak işe başlamamı sağladı. Ve filmin baş kadın oyuncusu Müjde Ar. Böylece Müjde’yle tanışma şansım oldu. Teyzem’i ona okuttum. Çok hoşuna gitti. Ben bu filmde mutlaka oynarım dedi. Bütün bunlar Kasım ayında oluyor. Mayıs ayında hikayem Milliyet Gazetesi’nin yarışmasında birinci oldu. Haziran ayında filmi çekmeye başlamıştık. Demek eskiden bu işler çok çabuk oluyormuş.

Yarışma şartnamesi yüzünden mi Halit Refiğ çekti filmi?
Hayır. Müjde Ar zaten bu hikayede oynamak istiyordu. O zamanlar starlar çok güçlüydü. Şimdi de öyle etkisi olan oyuncular var mıdır bilmiyorum ama, o zaman Müjde bir hikayede oynamak isterse zaten o proje çekilirdi. Halit Refiğ’in aslında başka bir projesi vardı Müjde’yle çekmek istediği hatta proje Müjde Ar adıyla satılmıştı. "Kurtar Beni” adında bir projeydi, çekti daha sonra Halit Bey o filmi. Gülşen Bubikoğlu ve Talat Bulut oynadılar. Bir fahişeye aşık olan imam hikayesi. İlginç bir hikayedir aslında ama Müjde o filmde oynamak istemedi ve Teyzem’i çekerseniz, oynarım dedi. O zaman Halit Refiğ’in çalıştığı yapımcı da kabul etti ve böylece film gerçekleşti.

Yazmak dışında sette görev aldınız mı hikayenizin çekilirken?
Evet, 2. asistandım, Bir yandan senaryoyu yeniden yazıyordum sette. Bir sürü sahneyi sette yeniden yazdım.

Gerçekten kötü bir asistan mıydınız?
Asistanlık başka bir zihniyet gerektiriyor. İyi bir lise talebesi olanlar, iyi asistan olabilir. Sette benim kafam çok karışık oluyordu. Daha çok yönetmeni izlemeye dalardım. Onun işini düşünürdüm. O sahne böyle olsa, şu sahne böyle olmaz diye düşünürdüm hep. Bu yüzden de asıl yapmam gereken vazifeleri yapamazdım. Kötü bir asistandım gerçekten.

Hikayenizin filminden memnun olmadığınızı okumuştum bir röportajınızda…
Şöyle anlatayım. “Teyzem” otobiyografik bir hikaye. Benim teyzem oradaki gibi yaşadı ve öldü. Hikayeyi yazarken İstanbul’a geliş deneyimimi de ekledim. Asıl hikaye Bursa’da geçiyordu. İstanbul’da geçiyormuş gibi yaptım. Çocuğun İstanbul’dan etkilenmesini filan katmak istedim. Beğenmemek kısmına gelince, benim yapmak istediğim bir parça daha hafif bir filmdi.

Hafif?
Hafif demeyeyim tam tersi aslında hafif görünümlü daha ağır bir filmdi. Kitsch bir görünüm isterdim. Ajda Pekkan’ın eski şarkılarını kullanmak istiyordum. Kızın tuttuğu hatıra defterlerinin görüntülerini kullanmak istiyordum. Ve senaryo biraz daha ileri geri gidişli bir senaryoydu. Halit Refiğ’in de tarzı hiç bu düşlediğim havalarda olmadığı için hikayenin daha çok psikolojik tarafına ağırlık verdi. Teyzem, çekildiği dönem itibariyle tam da Türk Sineması’nın değişim dönemlerine denk geldi. O dönem yapılan filmlere bakarsak örneğin; Züğürt Ağa ve Muhsin Bey var. Her iki film de bugün bile bakıldığında teknik olarak düzgün çekilmiştir ve iyi prodüksiyonlardır. Onlarla kıyaslarsanız, Teyzem sanki çok daha eski zamanda yapılmış bir film gibi duruyor. Halit Bey tekniğe de çok önem veren birisi değildi. Kısacası prodüksiyonundan memnun değilim. Hikayenin yorumunu çok ciddi ve bazı yerlerde ağır buluyorum. Ama yine de duygusunu iyi geçiren bir film olduğunu düşünüyorum. Bütün aksaklıklarına rağmen. Teyzem, bugün bile benim en çok hatırlanan senaryomdur diyebilirim.

ümit2

GÖLGESİZLER BAŞKA FİLMLERE DE YOL AÇABİLECEK ENGİN BİR KİTAP

İyi bir hikaye, iyi bir senaryo çok kolay parçalanamaz, realize edilirken kolaylıkla bozulamaz diyorlar. Hepimiz biliyoruz ki çok başarılı bir hikayeci ve senaryo yazarısınız. Bunu siz de bildiğiniz için mi kendi senaryolarınızı çekiyorsunuz?
Teşekkür ederim. Son yaptığım film aslında kendi hikayem değil. Gölgesizler, Hasan Ali Toptaş’ın romanından uyarlama. Bu işe en başından itibaren hikaye üreterek başladım. Aslında bazen başkasının yazdığı şeyleri de kendime çok yakın bulduğum oluyor. Ama benim için bir filmin heyecanı önce hikayesiyle geliyor. Ve filmi hikayesiyle, diyaloglarıyla bir bütün olarak oluştururken büyük heyecan duyuyorum. Sanırım bu yüzden başkasının hikayesini, senaryosunu kullanmayı düşünmemiştim, Gölgesizler’e kadar. Gölgesizler de, bir roman uyarlaması ama açıkçası biraz kendi filmlerime benzettim galiba. Romanı çok değiştirdim. Tek başına film olması imkansız bir romandı. Onun için de belli noktaları öne çıkartarak ve hikayeyi bir sıraya koyarak bir tür yorum yapmak zorunda kaldım. Tam bir uyarlama denilemez o manada yani bir tür kaynak hikaye gibi oldu. Çünkü Gölgesizler başka filmlere de yol açabilecek bir eser, engin bir kitap ve benimki sadece yorumlarından biri olabilir. Öte yandan film bir anlamda da kitabın ruhuna çok uygun aslında. Diyaloglar, bazı sahneler birebir olarak kitapta var. Kitapta bir ölçüde belirsizlik vardı, sanırım o belirsizliği ortadan kaldırdım, dramatik bir çatışma yaratabilmek için.

Gölgesizler nasıl bir film oldu?
Ben çok memnunum. Beğeniyorum. Benim yaptığım diğer filmlere göre değerlendirirsem, ilginç bir film oldu. Bir kere, şimdiye kadar yaptığım filmler ufak bütçeli prodüksiyonlar olduğu için herkes benden teatral ve bol diyaloglu bir film bekliyor. Gölgesizler’de bütün film boyunca durmayan bir kamera var. Oradan oraya dolaşıyoruz, tırnak içinde aksiyon sahneleri var. Şimdiye kadar yaptıklarımdan çok farklı bir film oldu. Durgun değil. Tek mekan filmi değil. Diyaloglar diğer filmlerime kıyasla çok az. Filmlerimde deneysel olmayı seviyorum, farklı şeyler olsun istiyorum, hiç denenmemişi yapmayı istiyorum. Aslında bu anlamda da diğer filmlerime benziyor. Yani ilginç bir film oldu. Ben memnunum yaptığım işten.

Ne zaman izleyeceğiz?
Film, Ekim başında bitti. 27 Şubat’da gösterime girecek.

Mesleki kariyerinizde yoğun olarak reklam yazarlığı ve yönetmenliği yaptığınız bir dönem var. Sektörde, reklamda yetişmiş yönetmenlerinin sinemaya çok katkısı olacağına inanan bir grup var. Hatta sinemada reklam yönetmenlerine ihtiyaç olduğu iddiası var, siz bu teze katılıyor musunuz?
Hayır. Reklam filmi çekmenin beni teknik açıdan yetiştirdiğini söyleyebilirim. Reklamda büyük paralar var. Dolayısıyla da önünüze çok büyük teknik olanaklar seriliyor. Avrupanın en iyi stüdyoları bizde. Teknik manada dünya standardında işler yapılıyor. Düşünsenize, mini dv ile bir reklam çektim sonra onun sinema filmine aktarılmış halini perdede izledim. Bunlar insanı cesaretlendiriyor. Bu yüzden de 9’u hayal edip, yapabildim. Yani reklam beni teknik olarak çok geliştirdi. Ama her zaman da ikisini çok ayrı işler olarak düşündüm. Reklam yönetmenliği ile sinema yönetmenliği veya reklam yazarlığı ile yazarlık, edebiyat yazarlığı tamamen ayrı işlerdir. Daha önce bir röportajda da söylemiştim marangoz olmakla, aşçı olmak kadar farklı işler. Aslında aynı malzemeyi kullansa da, reklamda anlatacağınız şey en baştan bellidir. Size bir mesaj olarak verilir. Bir ürün var ve o ürün satılacak, siz de “bunu al!” diyeceksiniz. İş tarifiniz belli. Size kalan satılacak olanı bir kılığa sokup, biraz süsleyip, yenilir yutulur bir hale getirmektir. Halbuki sinemada, edebiyatta, sanatta daha doğrusu siz olmasanız ortaya çıkan bir ürün yok. Ona karşı bir talep de yok. Orada anlatılan şeyi kimse sizden önce akıl etmemiş zaten veya söylenen gösterilen şeyi sizden önce kimse görmemiş, düşünmemiş. Nasıl anlatacağını da kimse size dikte etmiyor. Sanatın en güzel tarafı önceden belirlenmemiş olması. Benim için en büyük farklılık bu. Ama bazı sanatçılar var ki reklam gibi düşünüyorlar, bir mesajı aktarmaya çalışıyorlar. Reklamdaki gibi formüllerle insanların algısına göre hareket ediyorlar. Onları kötü sanatçı olarak görüyorum. Reklamda da aynı durum var. Sanatı reklama karıştırdığınız zaman sıkıcı ve anlaşılmaz reklamlar doğurabiliyor. Şiir diliyle reklam metni yazanlar var, ikisini apayrı düşünmek lazım.

Siz bu ayrımı yaptığınızı düşünüyor musunuz?
Evet, ben bu ayrımı yapabildiğimi sanıyorum. Şimdiye kadar kimse filmlerime “reklam yönetmenliğinden geldiği için böyle olmuş.” demedi. Reklamda da uzun metraj yönetmenlerini beğenmeme hali vardır, filmi kesemiyor diye. Reklamda da böyle bir durum hiç başıma gelmedi. Dolayısıyla ikisini ayırabildiğimi sanıyorum.


ümit3

SİNEMADA YÖNETMEN YORUMLAYAN VE YENİDEN YARATANDIR. TELEVİZYONDA İSE SADECE UYGULAYICIDIR

Televizyon konusuna geri dönelim istiyorum. Ekran işlerindeki tempodan, ölçümlenme biçiminden, ilişki biçiminden mi hoşlanmıyorsunuz, nedir hoşlanmadığınız kısmı?
Televizyonun çok güzel bir mecra olduğunu düşünüyorum ama Türkiye’deki dizi yapım mantığı çok farklı. İngiltere’de bir dönem yaşadığım için oradaki işleyişi biraz biliyorum. Yurt dışında diziler bir proje olarak düşünülüyor. Proje olarak anlaşma yapılıyor, senaryolar yazılıyor daha sonra çekiliyor. Yani üretimin işleyiş biçimi çok farklı. Bize gelince, bir yapımcı ancak 3. bölümde parasını alabiliyor. Dolayısıyla ancak 3 bölüm senaryo yazdırabiliyor. Eğer 4. bölümde dizi kalkmazsa yani proje tutarsa, devamında da haftalık senaryolar yazılıyor. Öncelikle böyle bir tempoda iyi bir senaryo çıkması çok zor. En iyi senaristlerin bile çok kötü şeyler yazdığını gördüm. Dizilerin süreleri çok uzun. Net 80-90 dakika dizi yapıyorlar. 6 günde çekip, 1 günde kurgulayıp, montajını, dublajını yapıp, yayına hazırlamaya çalışmak kaliteyi çok düşürüyor. Bu tempo içinde çalışırken de yönetmenin görevi teknikere indirgeniyor. Sinemada yönetmen yorumlayan ve yeniden yaratandır. Televizyonda ise sadece uygulayıcıdır. Bazen yönetmenler değişiyor yerlerine asistanları ya da başkaları geliyor. Hiçbir anlamlı değişiklik olmadan yine dizi mükemmelen çekiliyor, sistem işliyor. Kendi başıma geldiği için gördüm. Yönetmen, organizatör konumundadır dizi meselesinde. Oyuncular açısından bakarsan, çoğunun aynı zamanda da başka bir işi vardır. Konseri var, oyunu var, yarışması var, ekstrası var. Yönetmensin ve ilk çözmen gereken durum şudur: Falanca Bey 2’de gidicek, Filanca Hanım da 12’de gelebiliyor. 7 sayfalık sahneyi çekmek için de önümüzde 2 saat var. Bunu ilk duyduğumda senaryoyu havalara attım. Nasıl olur diye. Sonra bir şekilde olduruyorsun. O sahneyi zamanlamaya uyarak çekmek ve kurtarmak bir başarı oluyor. Yorum katmak, o sahneyi daha izlenebilir hale getirmek gibi dertlerin havaya uçuyor. Bu durumda da işe kalite katmak pek mümkün olmuyor.

Büyüklerimiz, televizyon dünyası gündemimizdeki krizin de tetiklemesiyle gelecek sezon küçük bütçeli stüdyo programlarına ağırlık verilecek diyor. Böyle bir yönelim gerçekleşirse yani dizi prodüksiyonları azalırsa ekran oyuncuları sinemada yer bulabilirler mi dersiniz?
Sinemanın koşulları çok farklı. Sinema bambaşka bir yerde. O kadar farklı koşullarda film yapılıyor ki. Baktığınız zaman hepsini eşit gibi aynı potada değerlendiriyoruz ama, her biri aslında bambaşka koşullarda yapılıyor. Bir tarafta, televizyon etkili filmler var. Televizyon yapımcıları para yatırıyorlar ve televizyon oyuncuları rol alıyor. Televizyon seyircisi gibi seyircilere yönelik filmler oluyor bunlar da. Öte tarafta reklamdan gelen insanların reklamdan kazandıkları parayla yaptıkları işler var. Ve parasız yapılan benim filmlerim gibi tamamen olayın dışında filmler var. O kadar farklı koşullarda, o kadar farklı şekilllerde film yapılıyor ki oyuncuların duracağı zemini tahmin etmek zor. Örneğin Nuri Bilge Ceylan bence Türkiye’nin en iyi yönetmenlerinden biri, tamamen amatör insanlarla çalışıyor. İsimsiz insanlarla film yapabiliyor. Çağan Irmak, tamamen isimsiz iki insanı aldı, gişe filmi yaptı. Tam bir endüstrileşme gerçekleşmiş olsa ya da eski Yeşilçam gibi olsa şu andaki ortam, kimin nereden geleceği, nereden nereye gideceği belli olur ve belki net bir şey söylenebilir. O zaman da, evet sinemaya dönebilirler diyebilirsin, ama şu anda fazlaca belirsizlik var. Film yapan her insan neredeyse sıfırdan başlayarak yeniden bir düzen kuruyor ve herkes kendi başına hareket ediyor. Bir endüstrinin varlığından söz etmek mümkün değil. Bu sebeple oyuncular için “ekran yolu kapanınca sinemada devam eder” gibi net bir cümle kurulamaz.

Oyuncularınızı nasıl seçiyorsunuz?
İyi oyuncu olmasına göre seçiyorum. Bir de sinemada bence işin büyük çoğunluğu görüntüdür. Görüntüsüne göre de oyuncu seçiyorum. Elbette öncelikle yeteneğine göre seçiyorum. Yeteneksiz biriyle çalışmak zaten imkansızdır. Ama bazı oyuncular da sadece görüntü itibariyle hikayenize çok iyi oturuyorlar. Dursa, yakışıyor yani. Öyle de seçiyorum. Tiyatroya çok gidiyorum. Dizi seyretmiyorum ama bir oyuncu önerdikleri zaman bakıyorum. Ama diziler bir oyuncunun yeteneğine bakmak için doğru bir ölçüt değil. Ekrandan bakarak ancak nasıl görüntü verdiğine karar verebilirsiniz.

Hiç sonradan pişman olduğunuz oyuncu seçimleri yaptınız mı?
Yapmadım. 9 ve Ara’da bütün oyuncularımı zaten kendim seçtim. Diğer filmlerde de casting aşamasında yer alıyorum. Benim önerdiğim insanlar mutlaka kabul görüyor. Elbette bazen yapımcıların istediği oyuncular da oluyor ve karşı çıkamıyorsun. Ama kendi kontrolümdeki filmlerde böyle bir durum hiç yaşanmadı. Yani hiçbir oyuncumdan pişman olmadım.

Anlat İstanbul, bana göre iyi bir filmdi. Mükemmele yakın bir senaryo ve kotarılması zor bir projeydi, farklıydı. Memnun musunuz çıkan sonuçtan?
Anlat Istanbul aslında iyi pazarlansaydı ticari olarak da başarılı olabilecek bir filmdi. Ama gişede 200 bin yaptı. Çünkü yapımcı film bittikten sonra hiç hoşlanmadı sonuçtan ve bir anlamda vazgeçti filmden. Aslında bir film çekildiği zaman bitmiyor. Sonrası da önemli. Eğer iyi bir filmse ticari ömrü azalarak da olsa 15-20 yıl sürebiliyor. 9’u hâlâ festivallere çağrıyorlar mesela. Bu sene Sicilya’da bir festivale katıldım, 7 sene sonra. Ama Anlat İstanbul’da yapımcı filmi çok beğenmedi ve rafa kaldırdı parasını kurtardıktan sonra. Yani şanssız bir proje oldu. Bana kalırsa hâlâ güzel bir film ve ilerde daha çok anlaşılacak kıymeti. Ayrıca Anlat Istanbul tek kişinin çekmesi gereken bir filmdi, 5 kişi çektik. O kadar içiçe gelişen bir projeydi ki nasıl sorunsuz bittiğine ben de inanamıyorum.

Beş yönetmenle çekilme kararı nasıl verildi?
1997’de kendim çekmek üzere yazdım senaryosunu. Sonra bir yapımcıyla çalıştık üzerinde, o zaman adı, “İstanbul Masalları”ydı. 9’dan önce ilk filmim olacaktı. Fakat tam 2000 krizine denk geldi. Yapılamadı. Sonra uzun zaman rafta bekledi. Okuldan arkadaşım olan Türkan Derya bu fikri akıl etti. 5 hikaye, 5 yönetmen çeksin dedi. Hatta Erol Avcı’yı da Türkan Derya buldu. Fakat sonra Türkan’la bir-iki konuda anlaşamadık ve o bıraktı projeyi, ben yapımcıyla başbaşa kaldım. Yapımcıya filmi yalnız çekmeyi yeniden önerdim ama tek yönetmen olarak filmi çekmem konusunda bana güvenemedi. Ayrıca 5 yönetmen fikri çok hoşuna gitmişti. Kudret Sabancı ve Ömür Atay’ı yapımcı önerdi. Selim Demirdelen’i ben davet ettim. Sonra da hep beraber konuşurken Yücel Yolcu’yu davet etmeyi akıl ettik. Uzun zaman masa başı çalışması yaptık. Ben nasıl bir şey istediğimi, ne hayal ederek yazdığımı anlattım. Sonra herkes kendi istediği gibi filmini çekti. Başladık. Zor bir süreçti. Ama biz 5 kişi çok iyi anlaştık. Tereyağından kıl çeker gibi bitti film. 6 hafta çekim süresi belirlemiştik, 6 hafta, 3 günde bitti. 3 gün gecikme de bizim dışımızda oldu. Kamera bozuldu ve oyuncu hastalandı.

Benzer bir proje daha gelse yapar mısınız, memnun kaldınız mı imece enerjisinden?
Çok mutluyduk aslında, çok da eğlendik öncesinde de, sonrasında da. Sonuçtan da memnunum fakat yıpratıcı bir süreç. Galiba bir tane yeter. Şimdi Barış Pirhasan’ın çok güzel bir projesi var. Henüz fikir aşamasında senaryo yazımı başlamadı. 7 ayrı kısa filmi bir araya getirecek bir proje düşünüyor. Sanırım o projeye katılacağım yönetmen olarak. Ortak bir tema çevresinde bütün hikayelerde istanbul’un olduğu hoş bir proje.

ümit5

KAFASINI BİR KURAMA TAKIP ONUN İZİNİ SÜREN OYUNCULAR SİNEMADA BAŞARILI OLAMIYOR.

Yakında yeni bir proje var mı?
Şimdi Gölgesizler’in yapımcısı Hakan Karahan yeniden bir şey yazmamı istiyor. Bir hikaye var gibi elimizde, onun üzerinde çalışıyoruz. Belki o öne geçecek. Gölgesizler’deki işbirliğimizden ikimiz de çok memnun kaldık. Ben yapımcıdan memnun kaldım, o da benden memnun kaldı. Dolayısıyla birlikte bir iş daha yapmak istiyoruz. Senaryo üstüne konuşuyoruz. Yazmaya daha yeni başladım.

Bunların dışında vaktim zamanım ve bol param olsa şu işi yaparım dediğiniz hayaliniz olan bir proje var mı?
20 senedir filan yani istanbul’a gelmeden öğrenciyken filan başlamış bir hayalim var Shakespeare’in “Bir Yaz Gecesi Rüyası’nı Türkiye’ye uyarlamak. Bir sahil kasabasında çekmek istiyorum, Türkiye’ye ve günümüze uyarlayarak. Sonra, Witold Gombrowicz’in ‘Pornografi’ adında bir kitabı var onu uyarlamak istiyorum. Borges’in iki hikayesi var. Biri, “Ölüm Ve Pusula”, bir gün mutlaka çekmek isterim. Diğeri de “Rezilliğin Evrensel Tarihi” kitabından bir hikayeyi mutlaka yapmak istiyorum. Böyle bir-iki hayalim var.

Nasıl besliyorsunuz kendinizi?
Resim ve genelde plastik sanatlara karşı hâlâ çok büyük bir ilgim var. Hemen hemen bütün sergilere gidiyorum. Yurt dışında sürekli müze geziyorum. Sanat tarihi üzerine okumak çok hoşuma gidiyor. Sanat eleştirisi okumak hoşuma gidiyor. Sinemadan daha çok edebiyattan besleniyorum. Bir yönetmene göre galiba az film izliyorum. Yani normal seyirciye göre fazla film izliyorum. Haftada 3-4 film izliyorumdur ama günde 2 film izleyenler var. Son zamanlarda hatta iyice azaldı. İzlediğim filmleri de hemen atıyorum hafızamdan. Çok film seyretmiyorum ama, çok okuyorum. Okuduklarım da daha çok kurmaca. 15 senedir daha çok ingilizce kitaplar okuyorum. Ve şiir de çok etkiliyor beni. Bir yandan müzik dinliyorum. İnternette çok dolaşıyorum. Televizyon seyretmiyorum ama bir çok televizyon dedikodusunu internetten öğreniyorum. Haberleri internetten izliyorum. Daha çok yabancı siteleri geziyorum.

Niye siliyorsunuz izlediğiniz filmleri hafızanızdan, etkilenmekten kaçınmak için mi?
Atmaya çalışıyorum diyince öyle keskin bir durum gibi anlaşılmasın. Bir filmden etkilenmek elbette mümkün ama edebiyattan da aynı oranda etkilenebilirsiniz. Okuduğun bir andan, duygudan, tasvirden de aynı şekilde etkilenebilirsin ve sonra bilmeden uygulayabilirsin. Çok da doğal bir durum. Resim için de geçerli. Yeni filmleri, anlatım tarzlarını takip ediyorum. Alfonso Cuaron var mesela. Ananı da (y tu mama tambien ) ve Great Expectations filmlerinin yönetmeni. Onun filmlerinde bu plan sekans olayını yeniden keşfettim. Bütün sahneler tek plan gibi gelişiyor “Ananı da” isimli filminde. Ondan çok hoşlandım ve uzun plan meselesine biraz merak sarmama sebep oldu. Onu reddedemem.

Çok beğendiğiniz isimler var mı oyuncu olarak?
Şener Şen’e çok hastayım çocukluğumdan beri. Onunla bir gün iş yapmak isterim. Milyarder’de aslında çalışmıştık. Filmin setinde de bulunmuştum, asistan olarak. Cem Yılmaz’a da hayranım. Serra Yılmaz’ı çok seviyorum. Gölgesizler’de Selçuk Yöntem’le çalıştık, hayran oldum oyunculuğuna. Taner Birsel’le çalıştık bence olağanüstü bir oyuncu. Altan Erkekli’yle çalıştım çok çok iyiydi.

Yazmayacağım ama Altan Erkekli’yi gerçekten beğeniyor musunuz?
Yazabilirsin, çok beğeniyorum.
Ben hangi projede izlesem oyunuyla girdiğim dünyadan uyanıyorum…
Anlat İstanbul’da izledin mi?
İzledim.
Beğenmedin mi?
En çok da orada beğenmedim...
Gölgesizler’de izlemeni tavsiye ederim. Gölgesizler’de değişik bir Altan Erkekli göreceksin. Ben çok memnunum oyunculuğundan. Çalışmasından ve aldığım sonuçtan çok memnunum. Yine çalışmak isterim.

İzlerim. Çoğu zaman oyuncuların performansları içinde bulundukları projenin yönetmenlerine bağlı olarak da değişebiliyor, haklısınız.
Çünkü sinema yönetmen sanatıdır. Tiyatro tam tersidir. Tiyatrodaki oyunculuk kuramları da bu sebeple çıkmış. Tiyatroda oyuncu sahneye çıkıyor ve iki saat boyunca seyirciyle başbaşa kalıyor. Onu denetleyen hiçbir şey yok aslında o anda. Halbuki sinemada her şey yönetmenin denetiminde olup bitiyor ve oyuncu bir plastik malzeme gibi. Düşünün ki, ayı ile film yapıyor adam. Ayıyı da oynatıyor, onu da izlerken duygulanıyoruz. Oyuncunun en iyisi yönetmene teslim olabilen ve malzemesini yönetmene açabilendir. Kafasını bir kurama takıp onun izini süren oyuncular sinemada başarılı olamıyorlar. Eğer yönetmenin elinden de kaçıyorsa, farklı farklı yerlere gidiyor. Oyunculuk yeteneği çok büyük bir yetenek. Çünkü kameranın karşısına geçince insanın kaşı gözü oynamaya başlar. Kamera karşısında sadece durmak bile büyük bir durumken bir de, “şimdi orada lafını söyle sonra kalk şurada dur, sonra tekrar kameraya dön, kameraya doğru gelirken şu lafı söyle oradan da şöyle bak” dediğiniz zaman bir oyuncuya ve bunu 5 tekrar, 10 tekrar yapıyorsan hepsinde aynı şeyi yapabilmek mekanik olarak çok büyük bir yetenek. Ama bunu yönetmene sunması ve teslim olması lazım bir oyuncunun yoksa başarısız oluyor işler. Ben aslında oyuncularla çok rahat çalışırım. Çünkü birincisi onları ışıktı, kameranın açısıydı gibi konulara hiç bulaştırmam. İkincisi ne yaptıklarını, karakterden onların ne anladığını görmek isterim. Daha sonra ufak müdahalelerle dışardan şekil veririm. Biraz kendileri yaratıyormuş gibi hissetmelerini sağlarım.

ümit6

GENÇLER GENELLİKLE HEMEN PARAYA DÖNÜŞTÜRÜLEBİLECEK BİR YÖNETMENLİK ŞEKLİ HAYAL EDİYOR.

Oyuncu da bu anlamda teslim olmak için yönetmene güven duymaya ihtiyaç hissediyor sanırım.
Evet, ama bazen de hiçbir şey açıklamadan şimdi sağa doğru bakın dediğimde onu da yapıyor olması gerekir. Alfred Hitchcock’la ilgili anlatılan bir hikaye vardır. Vertigo’da, Barbara Bel Geddes, James Steward’ın sevilisini oynar ve iç çamaşırı tasarımcısıdır. Dizayn ettiği bir sütyeni, James Steward kendi üzerinde dener bir sahnede. Ve kadının da gözlüklerinin üzerinden uzun uzun bir bakışı vardır. Yüzünde de çok hoş ve tuhaf bir gülümseme vardır. Güzel bir sahnedir. Kadına sormuşlar, “Siz nasıl böyle bakabildiniz, oradaki oyunu, duyguyu Hitchcock size nasıl anlattı?” diye. “Hiçbir şey anlatmadı. Şimdi başını biraz yana yatır ve gözlüğün üzerinden bak dedi.” demiş. Çünkü sinemada birçok şey peşpeşe geldiğinde ordaki durum zaten büyük bir oyunculuk gibi oluyor. Orada oyuncunun artık fazladan bir katkıda bulunmasına gerek kalmıyor. Bu da ancak yönetmenin kafasında olur. Oyuncunun bunun üzerine çıkmaya çalışmaması gerek. Bu anlamda yönetmene güveniyor olması lazım.

Size güvenmelerini nasıl sağlıyorsunuz?
Benim filmlerimde oynayanlar mutlaka en iyi kadın, en iyi erkek oyuncu ödülünü alıyor. Hepsi için kariyerinin en güzel rolünü oynamış filan gibi eleştiriler yazılıyor. Onun verdiği bir güven var. Bir de tatlı dil, güler yüz...

Çok prova yapar mısınız?
Bazı filmler var ki duygunun sette yaratılması daha etkili oluyor. Mesela 9 gibi. 9’da prova filan yapmadım. Doğrudan girdik ve çektik. Sadece oyuncuların rollerini ezberlemelerini istedim. Ara’da ise tam tersi oldu. Neredeyse 3 ay boyunca prova, ön hazırlık yaptık çünkü sahneler çok uzundu ve giderek yükselen bir temposu vardı. Sadece iki kişinin olduğu 11 sayfalık sahneler vardı. Oyuncuların da, hatta benim de, oradaki doğru durumun ne olduğunu anlayabilmemiz için senaryonun okunması lazımdı. 4-5 kere full okuma provası yaptık. İkili çalışmalar yaptık. Oyuncular aslında sinemada prova sevmiyor, ben de sevmiyorum. Çok ve ağır provalar yapınca sahnenin asıl duygusu ve heyecanı kaçıyor gibi oluyor. Ama bazı projelerde prova gerekiyor. Gölgesizler’de de yapmadık prova çünkü o manada teatral sahnelerimiz yoktu. Sahneler hep çekime, mekana, oradaki yoruma bağlıydı. Bir-iki kere okuduğumuz sahneler oldu, o da senaryoyu anlayabilmek içindi ama tam anlamıyla bir prova yapmadık.

Tam sahne çekilirken bir oyuncunuz, “Bi dakka ya, acaba şunu şöyle mi yapsak?” diyerek müdahale etse, dinler misiniz?
Hayır. Sette değişiklik yapmama taraftarıyım. Oraya gelene kadar set öncesinde yeterince konuşuyorum. Mesela Gölgesizler öncekilere gore büyük bir projeydi ama yine de günümüz azdı. 4 hafta süre koymuştuk. Dolayısıyla sette büyük değişiklikler, yeni provalar yapılamazdı. Oyuncunun oturması, herşeyin hazır olması lazımdı.

Gençlerle aranız nasıl?
Takip ettiğim pek çok genç arkadaşım var. Özellikle kısa film dünyasını yakından takip ediyorum. Birçok kısa film yarışmasında jüri oldum. Herhalde 3-4 sene içinde yapılmış bir sürü kısa filmi izlemişimdir. Aslında gençlerle daha çok anlaşıyorum sanırım “yaşlı” sinemacılara nazaran.

Parlak bir genç nesil görüyor musunuz, gelen var mı?
Kısa film dünyasından baktığımda oldukça yoğun bir durum var. Mesela bir yarışmaya 100-150 film katıldığı oluyor. Son olarak Nokia’ya 300 film katıldı. Ancak ülkenin şartlarından dolayı genellikle gençler hemen paraya dönüştürülebilecek bir yönetmenlik şekli hayal ediyor. Kısa film, aslında olabilecek en özgür alandır. Şiir yazar gibi sonsuz bir serbestlik mümkünken kısa film çeken bir sürü insan dizilere kliplere, reklamlara özeniyor. Kendisini bir an önce yönetmen olarak kanıtlayıp hemen profesyonel hayata atlama peşinde olanlar var. Ama bütün bunların dışında da birkaç tane çok güzel kısa film gördüm. Çok genç olmalarına rağmen özgün bir dil peşinde olan ve özgün bir hikaye anlatmak isteyen gençler tanıdım. Bu da umut veriyor insana.

Bulunduğunuz noktadan bakınca sizin kariyerinizin şekillenmesinde şans faktörünü nereye koyuyorsunuz?
Şansım çok yardım etti elbette. En başta sinemaya başladığım dönem açısından şanslıydım. Çok fazla film yapılan bir dönemdi. Çoğu da aslında video için yapılıyordu. Ama sinemada yönetmenlere deneysel işler yapma fırsatı da doğuyordu. İsimli yönetmenler senede 2-3 film çekiyordu. Çok üretken bir dönemdi anlayacağın. Bu dediğim özel tv’lerin olmadığı video filmlerinin egemen olduğu, sinemaya da çok insanın gitmediği bir dönemdi. 250 bin gişe yapmıştı bir film ve büyük övgü almıştı. Yılın rekoru 250 bin idi yani. Bugüne bakarsak, yeni gelen birisi için mesela senarist olarak başlamak çok zor. Sonra Atıf Yılmaz ve Leyla Özalp ile tanışmam büyük şanstı. Müjde Ar ile tanışmak şanstı. Müjde olmasa Teyzem o dönemin koşullarında çekilmesi çok zor bir filmdi. Hikayesi ağırdı, stili farklıydı. O dönemin sinemasının çok da hazırlıklı olmadığı bir hikayesi vardı. Sadece Müjde arkasında durduğu ve oynamak istediği için o film çekildi. Evet, bütün bunlara bakarsak şans yardım etti. Ama ben de gerçekten çok çalıştım. Çok çalıştım.

Zaten bu durumun altını çizmek istediğim için sordum. Şans verilmiyor diye dövünen gençlere bir özel detayı atlamamaları gerektiğini sizin hikayenizden anlatmak istedim. Şans tanınabilir de, siz ne kadar iyi ve çalışkansınız meselenin asıl kitlendiği nokta bu galiba..
Yani şu anda daha büyük bir rekabet varmış gibi görünse de, iyi olanın önü eskisine göre daha da açık. Hâlâ eli kalem tutan birisi özgün bir şeyler yazabiliyorsa bence önü çok açık. Ve kendi alanını yaratıyor olması lazım. Ben de bir şekilde kendi kendimi yarattım. Bana kimse otur Teyzem’i yaz, otur Hayallerim Aşkım ve Sen’i yaz diye sipariş vermedi. Kimse bana bu hikayeleri ısmarlamadı. Ismarlanmış senaryolarım da var elbette anlatmak istediğim o değil. Milyarder ısmarlamadır mesela. Ama kimse oturup “Ara” diye bir film yapılmasını beklemiyor. 9 diye bir film ben çekmesem yok. Ne anlatılanlar senden önce var, ne öyle bir talep var. 9, Türk Sineması'nda digital çekilip 35’ e basılan ilk film. İlk kez denendi. Benden önce buna cesaret eden kimse çıkmadı. Mini dv bir film çekilecek de, beş kuruşsuz sonra film olucak. Kendi mecranı yaratmak zorundasın. Bu da çok çalışarak oluyor. Teyzem’i kabul ettirene kadar çok çalıştım. Kabul ettirmeden önce 3 kere yazdım. Çekilmeden önce de 4 kere yazdım. O zaman bilgisayar yok yani yazılanı bilgisayarda düzeltmek gibi bir durum değil anlatmak istediğim. Fiilen de çok çalıştım, zihnen de. Arkadaşlarım gece eğlenmeye çıkardı, ben oturup deli gibi yazardım. Çok çalışmak lazım. O zaman şans faktöründen bahsetmenin de farklı bir anlamı oluyor.

Zaten doğal bir eleme geçirmeli sanata varan yol öyle değil mi? Sinema okulları yüz tane mezun veriyorsa, bu mezunların tamamının da “oldu” denilecek konuma gelemesini beklememek fazla romantik bir bakış olmaz mı?
Çok çalışır ve kendini disipline edebilirse, büyük bir yeteneği olmasa da yazabilir, dizi çekebilir ama sanatçılık başka bir durum elbette…

Sanatçılık başka bir durum elbette. Tam da bu noktada Ümit Ünal filmlerinin etkisini güçlendiren şeyin aslında sahip olduğu bu serin bakış olduğunu anladım. Hatta emin oldum. Bütün hikayelerinin öznelerinde sanki bu serinliğin yüzleşmeye izin veren hatırlanışı vardı. Zamanı yakalamayı denemek nasıl da beyhude bir çaba. Gözüm saatime takıldığında söyleşiye nokta koyma vaktinin geldiğini anladım. Uzaktan sesi gelen vapur düdüğü eşliğinde, martı çığlıkları, teneffüs zili ve çocuk çığlıkları arasında hatta karmaşamın tam da ortasında sığınağının penceresini sonuna kadar açan adamın sohbetiyle bana bağışladığı o serinlikte derin bir nefes alıp söyleşiyi bitirdim. Bana vakit ayırdığı için teşekkür ettim. Vedalaştık.

İstanbul'a kış iniyor. Hava soğuk. Gözünü kırpmadan bakabildiğin güneş, yalancı. Eski yıl, eski kaygular gidiyor, az kaldı. Öğrenmekten daha zor olanın öğrenmenin zaman aldığı olduğunu anımsayacağız, bu gidişle. Yüklerden kurtulmaya çalışacağız. Cam kırıkları üzerinde yürüsek de cesur olmayı, birbirimize güvenmeyi öğreneceğiz. Ne tuhaf! Her söyleşinin sonunda aynı fotoğrafın içinde buluyorum kendimi. Rolüm hep aynı. Gece, bir otobüsten inip, uzaktan cılız birkaç ışığın göründüğü, köpek havlamalarının duyulduğu köye doğru ilerleyen ketum bir gölge gibiyim. Hepsi bu!

Çok uzun oldu biliyorum.
Açık bir gök, ferah bir düş diliyorum hepimize...



••
Kapak Fotoğrafı: Ahmet Mocan
•• Set Fotoğrafları:




Oktay Ardos, Sercan Bozkurt



® Cihangir, Aralık 2008



.
www.golgesizler.com


Ana Sayfaya Geri Dön
.
free hit counter
Powered By Blogger