7 Ekim 2008 Salı

Zeynep Günay Tan



Rüya Takımı gibi bu isimler.. Hemen hemen her asistanın mesleğe başlarken çalışmak isteyeceği ideal isimler, öyle değil mi?
Gerçekten de öyle... Her biri kendi başına bir okul ve en önemlisi her birinin tavrı birbirinden çok farklı. Hiçbiri diğerine benzemiyor. Benim en büyük şansım bu insanlarla çalışmak oldu. Ancak bu isimlerle çalışmak için ben de tercihlerimi doğru belirledim. Her çağrıldığım işe gitmedim, bekledim. Bugünkü “Zeynep”in mesleki bakışını oluşturacak dokulara yakın olmak için işsiz kalmayı göze aldım.

Yönetmenlik yapmaya ne zaman ve nasıl başladınız?
En son Çağan Irmak’la çalışırken başladım. Çemberimde Gül Oya’yı çekerken, 8. bölüm’de, bölümün de en güzel sahnesine, yani okuyunca insanın tüylerini diken diken eden bir sahneye hazırlanırken, Çağan birden bire, önceden hiç konuşulmadığı halde, “Ben gidiyorum Zeynep, bu sahneyi sen çek.” dedi ve gitti. Ben o zamana kadar sadece Ziya Bey rahatsızlandığında, Abdülhamit Düşerken’de son blokta birkaç gün sahne çekmiştim. Onun dışında da hiç böyle bir tecrübem yoktu. Çağan’ın bana bıraktığı sahne gerçekten dizinin o bölümünün en güzel sahnesiydi. Yani düşünüyorum da, ben şu anda kıyabilir miyim, aynı şeyi yapabilir miyim, emin değilim. Çünkü dizi çekerken şöyle bir şey oluyor. Kendine sahne seçiyorsun. Kimi zaman bazı sahnelerle fazla bağlantı kuruyorsun, kendin için çekiyorsun. En azından hafızanda güzel kalsın istiyorsun o sahne. Tam olarak böyle bir sahne bıraktı Çağan ve elim ayağım titredi. Ama özgüvenimi yerine getiren ve “yönetmen olabilirim” duygusunu hissetmemi sağlayan, bir anlamda arkamdan itikleyerek süreci hızlandıran da Çağan Irmak'tır. Çemberimde Gül Oya bittikten sonra da, Güz Yangını adındaki Show tv dizisinde yönetmen olarak çalışmaya başladım.

• Baskın bir karakter ve otoriter bir yönetmen misiniz?
Özel hayatımda hiç değilim. Otoriter bir yönetmen miyim? Aslında bu soruya ben cevap veremem. Bir otorite oluşturmaya çalışıyorum. Ama bunun için çaba sarfetmemeye de çalışıyorum. İlk işimde yaptığım hata buydu mesela. Otorite kurmak için çaba sarfettim. Sonra anladım ve öğrendim ki bu, çaba sarfedilerek oluşturulacak birşey değil. Vardır ya da yoktur. Daha sonra yaptığım işlerde bu durumu hiç zorlamadım. Ben, işimi iyi yapmaya çalışırım. Sette böyle bir kültür var. İnsanlara kadınmış erkekmiş, gençmiş yaşlıymış diye bakılmaz. İşini iyi yapıp yapmadığına bakılır. İnsanlar da işini iyi yapan birini gördükleri zaman ona saygı duyuyorlar.

Le grand Voyage adındaki bir filmde yönetmen yardımcısı olarak çalışmışsınız. Nasıl bir deneyimdi? Çalışma koşulları farklı mı?
En uzun süre çalıştığım yönetmen Ömer Kavur oldu. Yardımcı yönetmen olarak çalıştım. Alfa Film, sık sık yabancılarla ortak yapımlara giren bir şirketti. La Grand Voyage da, Alfa Film bünyesindeyken çalıştığım yabancı ortaklı işlerden bir tanesiydi. Fas asıllı fransız bir yönetmenin kendi hikayesiydi. Baba-Oğul hacca gitmek için Fransa’dan yola çıkıyorlar. Bu yolculuğun Türkiye’den geçen kısmıyla ilgili 20 günlük bir çekim programı vardı. Projenin Türkiye kolunun yardımcı yönetmenliğini yaptım.

Fark şuydu. İlk geldiklerindeki iş programı şöyle: "Saat 15: 22- 5. Sahne 3. Plan, Start / Saat 15: 34- Stop” 30 değil, 40 değil yani, 15: 34." Biz, bir süre dalga geçtik bu iş programıyla kendi aramızda. Komik geldi doğal olarak, Türküz ya! Ama o iş planı ilk gün gerçekten de tıkır tıkır işledi. Hepimiz şaşkınlıkla ve hayranlıkla izledik durumu. Fakat sonra şöyle bir şey oldu, en ufak bir aksilik olduğunda afalladılar. Dağıldılar. Bizim insanımızın en sevdiğim yönlerinden biri, aksilik olduğunda çok çabuk yeniden organize olup çözüm üretebilmesi. Bizim setlerimizde karar mekanizması çok çabuk gelişir ve o sorun halledilip, geçilir. Bu benim en keyif aldığım şeylerden biridir. Dizi yönetmenliğiyle ilgili söylüyorum bunu ama. Sinema filminde aksilik olursa vaktin olduğu için ertelersin. Düzeltir ve devam edersin. Ama dizide yayına yetişirken bir mekana girmen lazım, oyuncunun tiyatroya yetişmesi lazım ve geliyorsun o mekan kapalı. O bir saat içinde, olmayan mekanda sahnenin anlatmak istediği duyguya göre başka bir çözüm bulman ve çekim yapman gerekiyor. Bu tür aksaklıklar olduğu zaman tamamen yabancılar paralize oluyorlar. Yani çok planlı ve programlılar ama aksilik olduğu zaman biz daha kolay çözüm üretebilirken onlar duruyorlar. Onun dışında evet, çok düzenli çalışılıyor. Film önceden kağıt üzerinde çekilmiş oluyor, derslerini çok iyi çalışıyorlar. Filmin her karesi sete çıkmadan evvel çözümlenmiş. Ama Türkiye’de de böyle çalışan yönetmenler var, ben onlarla çalıştım.


Herşeyin bu kadar planlı programlı olması iyi bir şey mi?
Elbette iyi bir şey ama kişisel olarak benim pek sevdiğim bir durum değil. Ben, çekim anının kaosunu, sette hiç tahmin edilemeyen küçük bir aksaklığın, eksiğin yaratacağı problemin çözümlenme şeklini yani anında çözüm üretilmesini seviyorum. O eksiklikten çıkacak oyunu, o oyundan çıkacak rejiyi, rejinin bu kadar yaşayan birşey olmasını seviyorum. Bu işin o kadar da matematiksel olması beni çok ilgilendirmiyor. O yüzden de ufak tefek devamlılık sorunlarına, küçük teknik hatalara göz yumarım ve oyunun duygusu iyiyse sırf devamlılık tutsun diye sahneyi tekrar çekmem. Seyirci olarak da çok planlanmış bir şey izlediğimde gerçeklik duygumu kaybediyorum. Ama, mesela Karayip Korsanları’nda her kare planlanmış, storybordlar üzerinden çalışılmış. Defalarca prova yapılmış ve sonuç şahane. O bir masal. Dramada herşeyin bu kadar kurallı, tertipli ve organize olması gerçeklik duygumu kaybettiriyor. Kaotik durumların rejiyi beslediğini düşünüyorum. Bu benim tercihim...

Eşref Saati deneyimli oyunculardan oluşuyor. Genç bir yönetmen için kıdemli oyuncularla çalışmak zor mu?
Ben ilk işimde de çok deneyimli ve kıdemli oyuncularla çalıştım. Deneyimli oyuncular setin gereklerini ve gerçeklerini gençlerden daha iyi biliyorlar. Bu anlamda mesleğin duayenleriyle çalışmak zor değil aksine işinizi kolaylaştıran bir faktör. Çünkü o insanlar, çok daha iyi biliyorlar ki yönetmenlik yaşla ya da kıdemle ilgili bişey değil. Hiçbir deneyimli oyuncuyla sorun dahi yaşamadığım gibi her zaman çok çok fazla saygı gördüm. Ve kendimi hep çok iyi hissettim. Yani müthiş bir sevgi ve saygı içinde çalışıyorsun. O yüzden büyük isimler, iyi ve kıdemli oyuncular beni hiçbir zaman korkutmadı. Aksine anlattığım bu sebepler yüzünden heyecanlandırdı. Çünkü iyi oyuncu olmak demek, öğrenme sürecinin devam ediyor olması demektir. Öğrenme sürecini kapattığın, “oldum” dediğin zaman duruyorsun, düşüş başlıyor. Ben bu anlamda iyi oyuncularla çalıştım. Ben onlardan yüzlerce şey öğrendim, ama onlar da benden yeni birşey öğrenebilme ihtimalleri olduğunu biliyor ve kendilerini kapatmıyorlar. Karşılıklı sevgi, saygı ve deneyim alışverişi devreye giriyor ve işiniz o zaman daha da keyifli oluyor.

Kaybolan Yıllar, son sezonu oldukça düşük reyting oranları alarak kapattı. Bu durumun sizin diziden ayrılmanızla bir ilgisi var mıdır?
Ben hiçbir dizinin reytinginin bir yönetmene bağlı olduğunu düşünmüyorum. Yönetmen ancak iyi bir hikayeye kuş kondurur. Kondurduğu kuş da, teknik konuşursak bence 1 ya da 2 reytingden fazlası değildir. Aynı şeyi oyuncu seçimi için de düşünüyorum. Televizyonda temel mesele “ne anlattığın"dır. İnsanları hikaye ilgilendiriyor. Evet, güzel bir hikayeyi iyi anlatırsan güzel oynanırsa çok fazla reyting alır. Ama kötü bir hikayeyi iyi anlatırsan hiçbir faydası olmaz. Temel olan hikaye. Kaybolan Yıllar'da benden sonra reyting düştüyse orada mesele belki hikayenin ömrünü tamamlamış olmasıdır. Yoksa yönetmenle ya da benim bırakmamla alakası olduğunu sanmıyorum. Kaldı ki benden sonra da projeyi çok sevdiğim bir arkadaşım devraldı. Gayet de güzel çekti. Mesele tamamen televizyon matemetiğiyle ilgilidir.

Çok kötü hikayeler var ve 2- 3 sezondur izleniyor bu işler?
Kötü hikayeleri ortalamanın üzerinde çekerek ayakta tutabilirsin. Ama iyi bir iş olmasını sağlayamazsın. Kötü bir hikayeyle yola çıkıyorsan ne rejiyle, ne oyunculukla iyi bir sonuca varamazsın. Fenomen çıkaramazsın. Benim sette ısrarla söylediğim, çalıştığım oyunculara da anlattığım tek bir cümle var. Hepimiz senaryoya hizmet ediyoruz. Bunu hiçbir zaman unutmamamız lazım. Ben isterim ki, çalıştığım oyuncular da bu gerçeği bilsin. Her işin mutlaka oyuncu starı vardır ama, o star da senaryoya hizmet ettiği zaman doğru iş ortaya çıkar. Herkes o senaryodan payına düşeni üstlenmek zorunda. Örneğin, sen basit bir hikayeyi anormal bir rejiyle anlatıyorsan bence o da yanlış. Çünkü her hikaye kendi rejisini barındırır. Mesela benim en komiğime giden şey, “Ben omuz kamerası çok kullanırım, ben çok jimmy jib kullanırım” gibi cümleler duymaktır. Böyle birşey bence olamaz. Bazı hikayeleri, anları omuz kamerasıyla anlatamazsın ya da anlatmamalısın. Her hikayenin, içinde barındırdığı kendine ait bir anlatım dili var. Yönetmenin asli görevi bu dili hikayenin içinden çekip çıkarmak ve göstermek. Elbette her yönetmenin tıpkı imzası gibi özgün bir anlatım tavrı vardır, olmalıdır. Eğer çektiğin filmi ya da diziyi seyredenler bu tavrı farkediyorsa, o zaman senin kendine has bir anlatım dilin var demektir.



Yönetmen dizinin gidişatına ne kadar hakimdir? Mesela 5 bölüm sonra Eşref Saati’nde neler olacağını biliyor musunuz? Senaristler hikayenin gidişatıyla ilgili değişiklik yapacaklarsa yönetmenin fikrini sorarlar mı?
Bu sezon Eşref Saati’nde neler olacağını biliyorum. Sezon başlamadan önce senaristlerle bir araya gelip uzun uzun konuştuk. Bölüm bölüm detaylı değil ama, hikayenin genel gelişimini, karakterlerin açılımlarını, girip çıkacakları konuştuk. Hikayenin gidişatıyla ilgili değil de bir karakterin yaşayacağı önemli bir değişim olacaksa fikrimi alırlar. Yani ben her zaman böyle çalıştım.

Yerli ya da yabancı dizileri izliyor musunuz? En sevdiğiniz yönetmen kimdir?
Yerli dizilerin ilk bölümlerini mutlaka izlerim. Takip edemiyorum ama bu bir tercih değil zamanla ilgili bir mecburiyet. Ekrana iş yapıyorsan neler olup bittiğini bilmen gerekir. Dizi çekiyorsun ama dizi izlemiyorsun. Bu benim anlamlı bulabileceğim bir tercih değil. Yabancılar arasında en sevdiğim dizi House. Gregory House karakterini çok beğeniyorum. Nip-Tuck ve Prison Break’i severek izliyordum. Vakit buldukça takip etmeye çalışıyorum. Bir dönem CSI: Miami’yi izliyordum. Polisiye- Aksiyon izlemeyi çok seviyorum. En sevdiğim yönetmen Stanley Kubrick. Sonra Clint Eastwood, yenilerden Alejandro Inarritu var. Ama hayattaki idolün kim dersen, cevabım Ertem Eğilmez’dir.

Neden Ertem Eğilmez?
Çünkü çok doğru algılamış bizleri ve bizim olanı. Ben, ekranda ya da perdede her zaman bize ait hikayeler olmasından yanayım. Dünya çapında başarılı olacaksak, kendi hikayelerimizi anlatarak başarılı olalım istiyorum. Hikaye Türk olsun, ama anlattığı şey bütün dünyayı ilgilendirsin. Ertem Eğilmez’in de bunu çok iyi yaptığını düşünüyorum. Türk insanını çok iyi tanımış, gözlemlemiş ve çok iyi anlatmış. O yüzden de üzerinden 20 sene geçmiş olmasına rağmen hâlâ filmlerini izlediğimizde çok gülüyoruz. Çünkü sıcak ve bizden.

Yabancı formatların, filmlerin uyarlanması eğilimine nasıl bakıyorsunuz?
Denenmiş bir formatın uyarlanması karşı çıkılacak bir durum değil. Ancak atlanmaması gereken önemli bir nokta var. Formatı uyarlamakla, o formatın ait olduğu dünyayı aynen aktarmak farklı şeyler. Bizim en iyi bildiğimiz şey kendi topraklarımız, kendi geleneklerimiz. Bazen öyle senaryolar geliyor ki, “Hey sen!” diyor. Böyle bir dil yok bizim toprağımızda. Bazı diziler var, yabancı biri izlese hikayenin geçtiği yer Dubai mi, Miami mi anlayamaz. Kültürel doku olmadığı gibi kentin dokusu da yok. Benim Eşref Saati’ni sevme sebeblerimden biri de bize ait olmasıdır. İnsanlar evlerinde terlikle dolaşıyorlar, televizyonun üzerinde dantel örtü var, bayramlık ayakkabılarını yastıklarının altına koyuyor çocuklar, mahallede aşure dağıtılıyor bunlar bize ait bildiğimiz duygular. Komik olan da, çoğunlukla anlatılan hayatların şatafatıyla en ufak tanışıklığı olmayan, o yabancı hayatların dinamiğini ve ritüelleri bilmeyenler tarafından kuruluyor o dünyalar. O zaman da anlatılan hikayeler samimi olmuyor.

Bir meslek tanımı olarak yönetmen ne demektir sizce?
Yönetmenlik senaryoda yazanı hayata geçirme işidir. Hikayeyi ete kemiğe büründürür. Yaşamasını sağlar. Bunu gerçekleştirirken oyuncuyu da, ışığı da kamerayı da yönlendiren kişi yönetmendir. Yani hikayenin vadettiği dünyayı kurandır. Kağıt üzerinde yazılı olanı görünür hale getirendir.



• Birden fazla konuda meraklı olmayı, bilgi sahibi olmayı gerektiren bir mesleğiniz var. Nerelerden besleniyorsunuz?
Ben işin tekniğine çok fazla takılmıyorum. Gerekiyorsa bilerek aks da atlarım. Başından beri altını çizmek istediğim gibi benim için hikaye ve oyuncunun duygusu önemlidir. Teknik dediğin temel şeyi biliyorsun diye varsayıyoruz, Yani basit anlatımla, İmam Bayıldı yapılacaksa patlıcanı nasıl keseceğini, içini nasıl hazırlayacağını biliyorsun, en önemlisi patlıcanla yapılacağını biliyorsun. Değişik baharatlar kullanmayı, içini dışını farklı hazırlamayı denersin, öğrenirsin ama temel prensipler aynıdır. Bu cepte zaten. Diğer anlamda beslenme meselesine gelince devamlı etrafımda olan biteni gözlerim. yönetmen olmadan önce de çocukluğumdan beri bu böyleydi. Ilk kez misafirliğe gittiğim bir evin detaylarına bakarım. Sokağı, insanları seyrederim. Böylece görsel hafızanızı besleyip canlı tutuyorsunuz. Bunun dışında film izliyorum ve okumaya çalışıyorum. Eski Türk Filmlerini çok severim ve iyi bir izleyicisiyim.

Bazı senaryolarda özellikle belli meslek gruplarını ilgilendiren konular işlendiğinde hatalar oluşuyor. Bu hatalar mesela hukuk ya da tıp bilgisi gerektiren konularda olduğunda daha önemli hale geliyor. Örneğin, bir eczacının dikiş atması gibi. Neden setlerde danışman kullanma meselesi yaygın değil?
Zaman zaman danışmanlar kullanıyor ama ben bunu da denetleme görevinin yönetmene ait olduğunu düşünüyorum. Dünya kurmaktan bir anlamda kasıt da bu olmalı zaten. Eczacı kesilen parmağa dikiş atıyorsa bu durumdan öncelikle yönetmen kuşkulanmalı. Yönetmenin kaçırmaması gereken şeylerin bir kısmı da bunlardır. Ama dizi seti öyle deli bir ortam ki, hep bir acele var. "Hadi hadi!" durumu hakim. İşte o zamanlarda sen kendini o acele gidişin içinden kenara çekip, senaryo tarafında durup, kenarda not olarak yazılmayanları da düşünen kişi olmalısın. Bunu yapmak kolay olmuyor. Her zaman başaramıyorsun. Benim de Eşref Saati’nde izleyip, “Bu kadar küçük bir şeyi nasıl atlarım?” dediğim zamanlar oldu.

Diziler çoğunlukla basit devamlılık hatalarından dolayı eleştiri alıyor. Çoğumuz için eğlence kaynağı haline bile geliyor bu hatalar. Ne düşünüyorsunuz bu konuda?
Bütün bunlar senaryonun size bir dünya sunup sunamadığıyla ilgili. İzlediğiniz hikaye sizi içine alıyorsa devamlılık hatalarını görmezsiniz. Çok taze bir örnek vereyim. Dün akşam, bir arkadaşım ve eşimle birlikte Kevin Spacey’nin filmini izledik. Filmin bir yerinde eşim, “Gördünüz mü?”, dedi. Neyi? dedik. Filmi durdurup sahneyi geri sardık. Mezarlık sahnesi, ikili konuşma planında adam bana bakarken gözünde gözlük var, diğer açıya dönüyor gözlük yok. Şimdi, biz sıradan seyirciden daha eğitimli gözüz, ama atladık. Temel mesele hikayeyi anlatım şeklindir. Ben o devamlılık hatasını görmedim. Görmezden gelmek değil, gerçekten görmedim. Görmediysem, o film beni içine almış demektir. O hata da, projenin nazar boncuğu olsun diyorsun, önemsemiyorsun.

Mesela, beni eleştireceklerse hikayenin rejisiyle ilgili eleştiriler yazılsın isterim. Asıl önemsediğim budur. Devamlılık hatalarıyla ilgili eleştirileri önemsemiyorum. Hiçbir meslektaşımın da önemsediğini sanmıyorum. Ben hikayenin yaşamasını engelleyecek hataları önemserim. Bir çok devamılılık asistanına “Tamam, bırak atlasın!” demişliğim vardır. Çünkü o sahnede oyuncunun duygusu doğru. Devamlılık tutmadı diye sahneyi tekrar çekersem duyguyu kaçırabilirim. Bir tercih yapmak zorundasın. Oyuncu konsantre oluyor ve rolü oynuyor. Sonraki tekrarlarda o iyi oynadığı hali taklit etmeye çalışıyor. Bu durumda kimi zaman almak istediğin duyguyu kaybediyorsun. Oyuncuların ilk ya da ikinci performanslarının her zaman "en iyi" olduğuna inanıyorum. En teknik bileni için de, en yeni oyuncu için de bu böyle. Sırf devamlılık yüzünden sahneyi tekrar çekmek benim yönetmen olarak tercih ettiğim bir durum değil. Sevmiyorum. Çok yerden çekilmesini de sevmiyorum. Benim idealize ettiğim ve istediğim şey, bir tane doğru prova yapılsın, en fazla iki tekrarla da sahne çekilsin. Oyun düşükse, oyuncu kendini iyi hissetmezse ya da kurtarılamayacak teknik bir hata varsa tekrar çekerim sahneyi. Fludur, kamera hareketiyle ilgili bişeydir tekrar ederim. Yakasındaki çiçek eksikti diye sahneyi tekrar etmem.



Bu mesleği icra ederken mutlu ve iyi bir insan olmak şart mı?
Bence yaşamak için mutlu olmak şart da, en önemlisi egonun dozu. Yönetmen için de, oyuncu için de geçerli bu doz ayarı meselesi ve önemli. Hem ego sahibi bir insan olmalısın hem de egonu doğru yönetmeyi bilmelisin. Her iki meslek grubu için de, yüksek ego sahibi olmak başarılı olmayı tetikleyen etkenlerden biri. Egonuzu, bir tür oyunculuk ya da reji aksesuarı gibi kabul edip, o aksesuarı işinizi yaparken yakanıza takmanız gerekir. Stop, dediğinizde hâlâ o aksesuarla dolaşıyorsanız hayat zor. Çünkü 60 kişiyle birlikte çalışıyorsun. Bu 60 kişinin bir kısmı neredeyse asgari ücretle, küçük bir kısmı yüksek ücretlerle çalışıyor. Bir kısmına olağanüstü bir yetenek bahşedilmiş, diğer kısmı sadece ilkokul mezunu, bilek gücüyle var oluyor. Şimdi hayat da böyle zaten ama, hayatın içinde bu iki ayrı uç 17 saat yan yana durmak zorunda değil. Sen hayatın içinde kapını açan adama selam vermemeyi tercih edebilirsin, günde 10 saniye görüyorsundur o adamı. Kaldı ki, bu bile sana yaşamsal bir aksaklık olarak geri döner. Mesela sana gelen önemli bir mektubu kaybedebilir iyi davranmadığın bir görevli, değil mi? Düşün ki, o selam vermediğin adamlarla aynı mekanda, 17 saat yan yana duruyorsun. Işte o zaman set bir kabusa dönüşür ve mutsuz bir yer olur. Ayrıca unutulmaması gereken daha önemli bir durum var. Dünyanın en önemli mesleğine sahip değiliz. Neticede eğlencelik bir iş yapıyoruz. Daha önemli, daha hayati meslekler var bu dünyada. Bunu kabul etmek ve sindirmek gerekir. İşimizi önemseyerek icra etmek başka bir durumdur, kendimizi önemseyerek işimizi yapmak başka bir durumdur.

İnsani özelliklerini sevmediğiniz biriyle çalışabilir misin?
Elbette işim ne gerektiriyorsa yaparım ama, tercih etmem. Çünkü çalışırken hislerimi çok fazla belli ediyorum. Sevmediğim birini seviyormuş gibi yapamam, iş çekerken. Çalıştığım insanlarla karşılıklı sevgi, saygı ve güven duygusuna sahip olmayı önemsiyorum. Oyuncularla iyi anlaşan bir yönetmenim. Yaşı benden büyükler de dahil olmak üzere hepsiyle arkadaş oluyorum. Aramızda sevgi ve güven ilişkisi var. Bizim işimizde bu çok önemli. Mesela sahne bana göre olmadıysa, hiç kıvırmadan “olmadı!” derim. En fazla, “daha iyisi olurdu..” derim. Şimdi, Eşref Saati’nin castı mükemmel oyunculardan kurulu. Hepimiz biliyoruz ki, onlar yetenekli ve çok değerli oyuncular. Onlar da bilir ki, “olmadı” dediğimde olmayan benim almak istediğim duygudur. An ile alakalı bir durumdur. Oyuncularım bilir ki, ben onların en iyi oyununu almak için oradayım, güzel resim çekeyim derdinde değilim. O yüzden bana çok güvenirler. Ben “olmadı!” dediğimde gerçekte ne söylediğimi biliyor olmaları birbirimize duyduğumuz güven ve sevginin sonucudur. En zor iş onların işi. Senaryo sette bir numaraysa oyuncu da ikinci önemli faktördür. Reji, bir tür resim yapmaksa senaryo kağıt, oyuncu kalem. Yönetmen o resmi yapan kişi ama, elindeki kalemin ucu kırıksa, kağıda desen çizemezsin. Bu nedenle sevmediğim insanla çalışırım ama, zorlanırım.

Televizyonun farklı bir matematiği ya da çekim tekniği var mı?
Kesinlikle var. Mesela Arife günü yayınlanan bölümde Yetkin Dikinciler ve Özge Borak'ın çok güzel bir sahnesi vardı. Bir hesaplaşma sahnesiydi ve mükemmel oynadılar. Çektik. Genel planı full kamera hareketiyle çektik. O kadar kararsız kaldım ki. Mükemmel oynadılar. Her şey kusursuz oldu. Mesela sinema filmi çekiyor olsaydım, o sahne tek plandı. Hiçbir yakın planını çekmezdim. Ama dizi yaptığın için çekmek zorundasın. Çünkü şunu biliyorsun, herkes dev ekranlarda, plazmalarda dizi izlemiyor. 35 ekranda seyreden de var. O zaman bu sahneyi küçük ekranda genel planla izlediğin zaman duygusunu alamazsın. O yüzden saçma planları çekmek zorundasın. Ölçeklerin çok daha yakın olmak zorunda kalıyor. Elini tuttu, el detayı. Her sahnenin yakın planlarını da çekerek altını çizmek zorunda kalıyorsun. Matematiği bu.


Blog takipçilerinden gelen sorulardan biri bana göre çok eğlenceliydi. Aynen aktarıyorum: "İnternette tek satır bilgi yok bu yönetmenin kim olduğu hakkında? Kaç yaşında, kaçıncı dizisi, kaç senedir çalışıyor, okullu mu, boyu kilosu kaç, sinirli biri mi? Hangi yemekleri sever? En sevdiği oyuncu, yazar, kitap hangisi? Hayalinde bir proje var mı? Anket gibi oldu ama merak ediyorum ne yapayım sorar mısın?
33 yaşındayım. Eşref Saati, çektiğim 3. dizi. 15 senedir bu sektördeyim. Okullu değilim. Boyum 1.70, kilolu değilim. Sinirli değilim. En sevdiğim yemek Yoğurtlu Bakla. En sevdiğim Kadın oyuncu Meryl Streep. Erkek oyuncu çok var: Al Pacino, Jack Nicholson, Johnny Deep ve Edward Norton. Fanatiği olduğum bir yazar yok ama, kitaplar var. Mesela Cevdet Bey ve Oğulları, Saatleri Ayarlama Enstitüsü ve Shibumi. İhsan Oktay Anar’ı okumayı seviyorum. Hayalimde bir proje var, evet. İmkansız ve kırık bir aşk hikayesi çekmek istiyorum.

Peki, son soru: Bir edebiyat uyarlaması çekmek isteseydiniz tercihiniz hangisi olurdu?
Cevdet Bey Ve Oğulları..
.




.

® Cihangir, Ekim 2008



.
Fotoğraflar: Özlem Cleo Büyükakkgül





.

Ana Sayfaya Geri Dön
free hit counter
Powered By Blogger