4 Şubat 2009 Çarşamba

Murat Güney: Klişelerden Kurtulmayı Bilmeniz Lazım



Tevazu sahibi olmak da bir cür’ettir. Sahiden öyledir. Öyle uzaktan, derinden ve içre bakmak gerekir ki yetişemezsin, yetinemezsin. İlk andan beri zihnimde böyle yer eden yani adı bu sıfatla özdeş hale gelmiş konuğumu beklerken, Vedat’ın armağan ettiği kayıt aletini çözmeye çalışıyorum ve beceriksizliğimin şahikasına yeniden varıyorum. Defalarca! Ya'rabbim, niye kimseyi inandıramıyorum aptal bir kadın olduğuma? Çünkü, on numara akıllı rolü yapabiliyorum. Gerçekten. Ya'rabbim, niye kimseyi inandıramıyorum aptal bir kadın olduğuma? Çünkü, on numara akıllı rolü yapabiliyorum. Gerçekten. Küçük, şirin, üzerinde her lisandan yazı mevcud o kutuyu, getirip bırakıyor genç bir adam, adıma. Açıyorum. Bilinmeyen bir markanın kayıt cihazı avuçlarımda. Her söyleşi maceramda, istikrarla başıma gelen kayıplardan yılmış arkadaşımın armağanı teknolojik kayıt cihasına bakıyorum. O bana bakıyor ve beni anlıyor mu, bilmiyorum. Benim onu anlamadığın şimdilik eldeki tek gerçek. Kucağımda Kurabiye var. Alet çalışmıyor. Hayır, pilini de taktım. Kullanma kılavuzunda yazanları da satırı satırına uyguluyorum. Çalışmıyor. Mesaj atıyorum. “Oğlum, okuduğumu anlarım. Okuyorum ama bu aleti çalıştıramıyorum?”. Anında cevap geliyor, “Demek o sebeple bu kadar ucuzdu!”

Murat Güney’le buluşmamıza yarım saat var. Bir kayıt aletim var. Ama çalıştıramıyorum. Gözlerim acıyor, ampul yanıyor. O iki küçük, ince pilin şarj edilmesi gerekiyor!. Sanki bir kıta keşf’ettim. Uğraşmıyorum. Uğraşıyorum da o aşamaları anlatmaya utanıyorum. Nihayet, akıl edip, bakkaldan iki adet pil almayı beceriyorum. Cafeye dönüp, pili kayıt aletine takıyorum. Derin bir nefes alıyorum. Kapıdan içeri giriyor. Murat Güney karşımda. Nedendir bilemiyorum ama, tam da beklediğim gibi bir adamla karşı karşıya oturup söyleşiyorum. Herkese nasib olmaz, böylesi bir şans... Zor konuşurum, diyor. Az değil. Çok konuşurum ama, zor konuşurum, diyor. Testiyi kırmadan evladını tokatlayan baba gibi en başından söylüyor en son söylenecekleri.

Zor konuşurum diyen bir insanla ne konuşursunuz? En kolay konuşulanı. Hayatı. Ben de bu kayıt aletini ilk defa kullanacağım ve deli gibi korkuyorum ya kaydetmezse, diyemiyorum. İtirafını karşılıksız bırakıyorum. Ve ilk kez bir söyleşi konuğumun beyanına sorgusuz sualsiz teslim oluyorum. O andan itibaren bilgi, görgü, intiba ne varsa bulduklarım, duyduklarım kucağımda Murat Güney karşımda, basıyorum kayıt aletinin düğmesine, yaradana sığına...
Sonra? Sonrası, burada. Buyrun!

Hakkınızda çok fazla bilgiye ulaşamadım. Yaptığınız işler dışında, size dair detaylı bir hayat bilgisi yok sanal ortamlarda..
Mimar Sinan, Heykel bölümünden mezun oldum. Bunun dışında yaklaşık 10 yıldır bu sektörde çalışıyorum. Sinema- Tv işlerine girişim de gerçekten tesadüfi oldu. Sinema için çalışacağımı 10-12 yıl önce sorsalardı asla seçeneklerim arasında saymayacağım, benim de tahmin edemeyeceğim bir durumdu. Bu sektörde çalışmak aklımı ucundan geçmiyordu. Çünkü heykel bölümünü çok isteyerek seçtim.. Başından beri istediğim Güzel Sanatlar’la ilgili bir bölüm okumaktı. Resim ya da İç Mimari ya da Heykel okumak istiyordum. Ve heykel bunların içinde en baskın olanıydı. Sınavlara girdim ve kazandım. Hatta kazanmam da benim için sürpriz oldu çünkü hazırlık sürem çok azdı. Heykel bölümünü kazamdığımda da gayet mutluydum. Epeyce de geç girdim okula. Yaş olarak da geç girdim. Biraz isteklerini geç ifade eden ve geç kavuşan adamlardan biriyim aslında. Bundan 5 yıl öncesine kadar şikayetçiydim bu durumdan aslında ama artık değilim.

Sektöre girişiniz nasıl oldu?
Okurken bir yandan da çeşitli işlerde çalışıyordum. Barlarda çalışıp, duvar resimleri yapıyordum. O esnada da bir arkadaşım vasıtasıyla Çağan Irmak’ın ilk televizyon filminin sanat grubunda işe başladım. Çilekli Pasta. Asistan olarak girdim. Televizyon filmiydi. 5 günlük bir ön hazırlık ve sonrasında 20 gün sürecek çekim aşaması vardı. Kabul ettim ve başladım.




Devamını Buyrun Buradan Okuyun!




•• Fotoğraflar Murat Güney'in özel arşivinden alınmıştır.





® İstanbul, Ocak 2009


.

Murat Güney: Klişelerden Kurtulmayı Bilmeniz Lazım



Yapılan işin doğru dürüst bir iş bile olmadığını düşünmeme rağmen arkasından ikinci proje geldi. Ardından bir başka iş daha geldi ve ben kendimi Şaşı Felek Çıkmazı’nda çalışırken buldum. Şaşı Felek Çıkmazı benim için tamamen dönüm noktasıdır. İnanılmaz bir oyuncu kadrosu, inanılmaz bir senaryo, inanılmaz bir yönetmen, teknik ekip ve ben onların arasında bir çömez. Bu işi ilk defa “ne yaptığını bilerek, farkına vararak” yapar halde buldum kendimi. Çok heyecanlıydım. Her sabah koşturarak işe gidiyordum. O kadar keyif aldığım, eğlendiğim ve severek yaptığım bir iş haline dönüştü ki, “tamamdır” dediğim nokta Şaşı Felek Çıkmazı oldu. İşin mutfağında Çağan Irmak vardı, Mahinur Ergun vardı. Mahinur Hanım senaryoyu yazsa bir an önce yollasa da okusak, acaba ne olacak diye merak içinde beklerdik. O yüzden çok keyifli bir süreçti.

• Şaşı Felek Çıkmazı, her anlamda bir tür atölye gibiymiş..
Evet. Benim için bu meslekten haz almaya ve işi önemsemeye başladığım noktadır. Çünkü açıkcası daha önceki işlerin benim için anlamı şuydu; üniversite öğrencisiyim, heykel bölümünde okuyorum ve bir yandan da para kazanıyorum. Hem para kazanıyorsun, hem de okula yeterince vakit ayırıyorsun. Bu çok keyifli elbette bir öğrenci için. Bu sektöre olan ilgimin başlangıcı Şaşı Felek Çıkmazı olduğu için bende bu projenin ayrı bir yeri vardır.

• Başlangıç noktasına dönersek, bu iş size ilk olarak hangi içerikle sunuldu nasıl anlatıldı ve siz işin içinde kendinizi nasıl hissettiniz?
Sanat grubuna, asistan olarak çağrıldım. O zamanlar için “sanat yönetmeni” tanımını kullanmak doğru olur mu emin değilim ama, bana anlatılan, ekranda görünecek her resmin, karenin düzenlenmesinin sorumluluğu bize ait olacaktı. Başımızda bir sanat yönetmeni olacak ve biz onun direktifleri doğrultusunda sahnelerin görünümünü düzenleyeceğiz. Bana anlatılan iş buydu. Bugünkü bilincimle geri dönüp baktığımda da, çok zor bir proje değildi. Sıfırdan yaratılan mekanlar yoktu. Zaten varolan bir mekanı senaryonun istediği şekle sokuyorduk. Elde ne varsa. Hatta bazende evde ne varsa. O anlamda da çok zevkli bir iş değildi, sadece bulunduğum ortam çok keyifliydi. Zaten küçük ekipler kurulurdu. Bizim ekip de 2 kişiden oluşuyordu. Beni o ekibe alan da okuldan tanıdığım yakın bir arkadaşımdı. Filmin yönetmeni Çağan Irmak da çok samimi olmadığım ama tanıdığım en azından selamlaştığım bir insandı. Dolayısıyla ortama da yabancı hissetmedim kendimi.

• Şaşı Felek Çıkmazı benim anladığım kadarıyla sizin de yaptığınız işin muhteviyatını anladığınız ve önemini tam olarak idrak ettiğiniz bir proje olmuş öyle değil mi?
Evet. Tam olarak bu işin ne olduğunu algıladığım nokta oldu. Proje için çağrıldığımda ciddi olarak Çağan Irmak ve Mahinur Ergun’la oturup toplantılar yaptık. Projeye daha önce kaldığı yerden devam edildiğinden dolayı karakterlerin ne giydiği, nerede oturdukları, alışkanlıkları yani işin temeli atılmıştı. Ama onlara ciddi revizyonlar yapmak gerekiyordu. Şaşı Felek Çıkmazı, çok yoğun ve koşturmalı bir senaryosu olduğundan dolayı hayatın kendisi gibiydi. Ne aksesuar, ne dekor, ne de kostüm işi asla bitmezdi. Küçük bir ekiptik. Toplam 3 kişiydik. Ben ve iki asistanla birlikte çalıştık. Bunlardan birinin ilk, diğerinin de ikinci setiydi. Çok yorucu ama inanılmaz keyifliydi.

• Şaşı Felek Çıkmazı’nın benim zihnimde yer ettiği halini gözden geçirdiğimde sanat yönetiminin çok başarılı olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Çünkü her şey o kadar doğal ve işlevsel görünüyordu ki sanki yaşayan hazır mekanlara, o mekanlarda yaşayan gerçek insanların elbiselerini giymiş oyuncuları oturtmuşsunuz gibi görünüyordu.
Çok teşekkür ederim, Şaşı Felek Çıkmazı’ndaki bütün ekip adına. Neredeyse her mekanı sıfırdan yarattık diyebilirim. En ufak detayına kadar her konuda titizlikle çalışıldı. Bugün bile seyredince nasıl yapmışsız diye hayrete düşüyoruz. Özellikle kostüm seçimi konusunda çok özenli davranıp, her bir karekter için gardolap oluştuemaya çaba gösterdik. Mesela Derya Alabora’nın bir hırkası vardı, 26 bölüm boyunca kullandık. Onu bir semt pazarından almıştık. Füsun Demirel’in kostümleri de Salı Pazarı’ndan alınmıştı. Bugün hala o proje hakkında insanlar övgüyle bahsediyorsa bunun sebebi bütün ekibin göstermiş olduğu özen ve projeye duyulan sevgidir.

• Zaten sanat eğitimi görüyordunuz, yabancısı olmadığınız bir işe geçince kendinizde ne tür değişiklikler saptadınız?
Doğaçlama gelişen bir süreç yaşadım ben. Farkında olmadan pek çok şeye daha farklı gözlerle bakmaya başlıyorsunuz. Girdiğiniz bir mekan, okuduğunuz kitap, izlediğiniz bir film gözününde farklı şekillenmeye başlıyor. Her şeyi görsel hafizanıza kaydetmeye başlıyorsunuz. Her şeye sinematografik açıdan bakmaya başlıyorsunuz. Bir süre sonra insanlar ne giyer, ne içer, nasıl gezerler, nasıl davranırlar bunları zihninize not almaya başlıyorsunuz, farkında bile olmadan. Kitap okurken kahramanları ve mekanları gözünüzde canlandırırsınız ya, bunun sürekli ve çok detaylı olduğunu düşünün böyle bir sürece giriyorsunuz. Bu bende böyle oldu. Başkasında nasıl tezahür eder bilmiyorum. Mesela bugün artık boş bir mekana girdiğimde, örneğin orası bir cafe olacaksa, 5 dakika sonra artık orasının nasıl bir yer olacağını biliyorumdur. Her detayına kadar kafamda canlanır.

• Sinema filmlerini normal seyirci gibi izleyebiliyor musunuz?
Seyrediyorum. Normal seyirci gibi izliyorum. Gözlemiyorum, ortama odaklanmıyorum ama film bittikten sonra mekanlar ya da kostüm ve ortam hakkında bir sürü bilgiye de hakim oluyorum. Adeta bir refleks gibi. Film bittikten sonra olumlu ya da olumsuz her detay kendiliğinden hafızama yerleşmiş oluyor.

• Sıradan insanlar olarak biz, “Bu masanın üzerinde şu örtü olsun, o vazo da şurda dursun, sen de yeşil kazak giy!” diyenin sanat yönetmeni olduğunu sanıyoruz, bu bilgimizin ne kadarı doğru?
Çoğunlukla da öyle oluyor zaten. Çekim anındaki görevimiz aşağı yukarı böyle tarif edilebilir. Ancak bunu öncesinde çok yoğun bir hazırlık dönemi var. O vazonun ve o örtünün orada olup olmayacağına karar verildiği anın da ötesinde başlıyor bizim görevimiz. Öncesinde senaryo aşamasında yönetmenin kuracağı dünyayı anlamak, onun hayalindekini görünür hale getirmekten başlıyor. En başından anlatmak gerekirse genellikle önce projenin yapımcısıyla konuşursunuz. Yönetmen sizinle çalışmak istiyorsa, yapımcıya adınızı verir. Yapımcı da sizi çağırır. Projeyi anlatır. Ne istediğini anlatır. Önceden senaryo okuma şansınız varsa bu lehinize işleyen bir durumdur. Ama bazen senaryo ortada yokken anlaşırsınız. Evvelce iş yaptığınız tanıyıp güvendiğiniz bir yapımcı ya da yönetmendir proje sahibi, kötü bir iş çıkmayacağını bilirsiniz ve projenin henüz sadece ismi varken kabul edersiniz. İşi kabul ettikten sonra projenin sanat bütçesi kaba taslak ortaya çıkar ve bir sonraki aşamada sanat ve kostüm grubu senaryo okumaya ve ön hazırlık sürecine başlar. Aslında sanat ve kostüm diye pek ayırmak istemiyorum çünkü ben kostüme de müdahale ediyorum. Yönetmenle senaryo üzerinde ya da dizi işiyse 13 bölüm sinopsis üzerinden ön hazırlık çalışmalarına başlanır. Senarist ile birlikte karakterlerin genel hatları çizilir. Karakterler ne yer, ne içer, eğitimleri nedir, neden böyle davranır, alışkanlıkları nedir, bütün karakter dökümlerinin üzerinden geçilir. Dizide bu süreç sinema filminde olduğu kadar derinlemesine olmuyor çünkü böyle bir zamanınız yok. 90 dakikayı, 6 günde çekerken bu kadar derin tahlillere vakit ayıramıyorsunuz. Ama sinemada böyle değil. Sahne sahne detaylandırıp karakter analizleri, mekan tasarımları ve kostüm provaları önceden yapılıyor. Sağlam ve risksiz girmeye çalışıyorsunuz. Ama sürprizler olmuyor mu, oluyor. Bu da aslında işin zevkli taraflarından biridir. O koşuşturma, bizi besliyor ve biz bunu seviyoruz sanırım sinema sektörü olarak. Ciddi olarak ön çalışma 1 ay kadar sürer. Sonra kullanacağımız tüm aksesuarların, eşyaların listeleri çıkmaya başlar. Mekanlar, aksesuvarlar ve sponsorlar belirlenir ki ben sponsorlarla çalışmaktan çok haz etmiyorum.

• Neden?
Çünkü çoğu zaman astarı yüzünden pahalı geliyor. Sponsora ait olduğu için sizin kurduğunuz dünyaya uygun olmayan parçaları da kullanmanız gerekiyor. O yüzden ben sponsorla çalışmayı pek tercih etmiyorum. Eğer uygun kalemler olursa, yararlanıyoruz. Ama temel oluştururken sponsorlara sırtımı dayamaktan pek hoşlanmıyorum..

• Haklısınız...
Sonra da çekim esnasında da günlük programın aksamaması için her şeyi kontrol etmek ve her sahneyi hazırlamak zorundasınızdır.




• Görüntü yönetmeniyle paralel çalışıyorsunuz değil mi?
Evet. Sağ kol ve sol gibi oluyoruz. Çünkü ikimizin de görevi yönetmenin hayalindekine en yakın fotoğrafı oluşturmak.

• Murat Güney özelinde bir biçim/ tavır/ tarz tanımlaması yapmak gerekirse ve eğer bu tanımlama çabası doğru kabul edilirse beni en etkileyen şey adınızın geçtiği işlerde sanki hiç sanat yönetimi yokmuş gibi tamamen doğalında mekanlar, ve kostümler çıkarıyor olmanızdır. Sizin işlerinizde hiçbir zaman mekanlar ya da kostümler öne çıkmadı. Issız Adam’a gelene kadar.
Aslında mekanları karakterlerle birlikte değerlendirdiğiniz zaman Issız Adam’da da. Her şey doğal ama alışılagelmişin dışındaydı. Karakterlerin yaşadığı çevre, içinde bulundukları ortam ve farklı bir İstanbul, Issız Adam’da mekanların öne çıkmasına sebep oldu. Beyoğlu, Galata, Cihangir ve Kitapçılar Çarşısı gibi ruhu olan özel mekanlar ister istemez karakterler kadar öne çıktı. Filmin ardından bu mekanlara olan ilginin artmış olması da bunun bir göstergesi.

• Zor bir süreç miydi?
Çağan Irmak bunun bir İstanbul filmi olması gerektiğini, Cihangir ve Çukurcuma taraflarında geçmesi gerektiğini söyledi. Bahsedilen yerler çekim yapılması açısından çok zor mekanlar ve filmin neredeyse tamamı o mekanlarda geçecekti. Sonra karakterlerin üzerinden tek tek ve uzun uzun geçtik. Hepsinin özel hayatı, ruh durumları, alışkanlıklarını belirledik. Aşağı yukarı filmin geçeceği yerler belliydi ve location manager’la birlikte mekan arayışına geçtik. Ama ben zaten yürüyerek bütün mekanları 1 günde kafamda belirlemiştim. Hepsi boş mekanlardı. Hepsini yeniden yaptık. Lebnon hariç. Oraya da ciddi anlamda aksesuar girdi. Yani filme hizmet eden, mekanları öne çıkaran bir anlayış bunun üzerine kuruldu.

• Philippe Starck’ın limon sıkacağını (juicy salif ) kullandınız. Çok da eski bir objedir ama siz yeniden gündeme getirdiniz. Aslında filmde kullandığınız pek çok obje konuşuldu, dikkat çekti ve merak edildi değil mi?
Çok eski bir objedir, evet. Kullandığımız aksesuarlar insanların ilgisini çekti çünkü bu tür objeleri filmlerimizde görmeye pek alışkın değiliz. Filme dair konuşulan her obje çoğunlukla Alper’e aittir. Alper’in evi, cafesi, barı konuşuldu, çünkü böyle kurgulandı. Çünkü Ada işlevsel olan her şeyi, her yerden satın alabilir, marka aramaz. Ada’nın evi canlıdır, yaşar. Alper’in ise eviyle donuk bir ilişkisi var, onun evinde ikinci bir kişiye yer yok, ikinci kişinin yatacağı yer de yok.

• Tam yeri gelmişken sorayım, Alper’in evi olarak kullandığınız mekan sizin eviniz mi?
Yok hayır. Öyle olmasını çok isterdim, çok güzel bir mekandı. Ama benim evim değil.

• Mutfaktaki cam su ısıtıcısını nereden aldınız?
Senaryoda “kettle’da su kaynamaktadır” diye bir cümle yazılmıştı. Esse’de gördüğüm bir su ısıtıcısını görünce çok beğendim ve Alper’in evi için çok uygun olacağını düşündüm.

• Sinema filmlerinde sette oluyorsunuz anladığım kadarıyla, dizi setinde de fiilen bulunuyor musunuz?
Çoğunlukla sette bulunuyorum. Ama örneğin 15 sayfa, tek mekan içinde çekilecekse sahneyi kurup her ihtiyacı karşıladıktan sonra asistanlarıma bırakıp gidersem de bilirler ki o an orada olmak yerine piyasada olmam ve somut ya da soyut malzeme toplamakla meşgul olmam daha faydalıdır. Bunu herkes bilir. O yüzden çekim anında sette değilsem kimse bir şey demez.

• Obje satın alıyor musunuz, belki bir yerde kullanırım diye?
Artık almıyorum. Eskiden yapıyordum bunu ama artık yapmıyorum. Gerçekten evim fazlasıyla doldu. Saat ve Murano topluyordum sonunda evde kıpırdayacak yer kalmadı. Aslına bakarsanız, bir aksesuarı kullanıyorsunuz ve onun hükmü bitiyor. Artık yeniden kullanacağınız yeri bulmak zaman alabilir ve onu o süre içinde muhafaza etmek de dert haline gelebiliyor.

• Hollywood’da sanat yönetmenlerinin bir tür müze gibi kendi işlerini sergiledikleri, muhafaza ettikleri depodan hallice showroom’ları var. Mesela Issız Adam’ın malzemeleri kimin ve nerede onlar şimdi?
Satın alınan eşyaların tamamı Most’un deposunda. Hollywood’da da stüdyoların depoları vardır, yaygın olarak. Kendi koleksiyonuna sahip sanat yönetmeni ve kostüm tasarımcısı var elbette. Benim de bir süredir aslında aklımda böyle bir depolama sistemi var. Aslında hem bir heykel atölyesi gibi hem de marangozhane gibi bir yer düşünüyorum. Çok da işlevsel çünkü senaryo gereği bazen akıl almayacak kadar küçük bir şey lazım oluyor tuhaf bir saatte ve dükkanlar kapalı oluyor. Deponuz olsa gider, alır ve ihtiyacınızı karşılarsınız.

• Sabit ekiplerle mi çalışıyorsunuz?
Benim ekibim uzun zamandır sabit, evet. Şanslı bir insanım. Çok iyi bie ekiple çalışıyorum. 1. Asistanım Buket Sezgin’le 5 yıldır çalışıyorum. Artık aynı dili konuşuyoruz. Bakışarak anlıyoruz birbirimizi. Diğer iki asistanım Sinan Demir ve Salih Gültekin’de üç yıldır benimle birlikteler. Toplam 3 kişiyle çalışıyorum. Issız Adam’a başlarken, istersen 2 kişi daha al dediler ama kalabalık ekiple çalışmak pek çok açıdan konsantrasyonumu dağıtıyor. Sevmiyorum. Örneğin Çağan’la çalışacaksanız, çok sessiz ve çok hızlı olmalısınız. Bu gibi durumlarda çoğunlukla ekibin fazla adamdan oluşmasındansa birbirini iyi bilenlenlerden oluşması daha anlamlı oluyor.

• Dönem mi daha çok ilginizi çeker, böyle bir ayrım var mı sizin için?
Hayır hiç öyle özel bir yönelimim olmadı. Projeyi sevdikten sonra dönemdir ya da değildir diye bakmam. Tamamen hikayeyi, projeyi ve ekibi sevmekle ilgili benim tercihlerim. Koşuşturması, gerginliği, set içinde yeni bir şey yaratmanın heyecanı çok keyifli. İzleyenlerin tepkisi ve ondan aldığın haz çok önemli. Bunların üzerine bir de sevdiğiniz projede çalışıyorsunuz aldığınız haz da o oranda artıyor.

• Tiyatro için çalıştınız mı?
Hiç yapmadım. Öyle bir teklif de gelmedi. Ama çalıştığım işlerin içinde tiyatro dekoru yaptık. Basit ve naif şeylerdi ama tiyatro dekoru kurdum. Sanıyorum daha ziyade farklı ve dinamik mekanları içeren işler daha çok ilgimi çekiyor.

• Çok değişken ve hareketli hiç durmayan bir temponuz var. Bağımlılık yapıyor olabilir mi?
Olabilir. Mesela tek bir gün için Tarsus’a gidiyorsunuz. Issız Adam’dan örnek vereyim en son orada başımıza geldi çünkü. Tarsus’da önceden anlaştığımız mekanda sorun çıktı. İki günümüz var. Hemen yeni bir yer bulduk. Bulduğumuz mekan mimari olarak çok uygun ama, tek bir perde bile kullanabileceğimiz gibi değildi. Ve biz bir gün içinde o yeni mekanı revize ettik. Eşyaları bulduk, mekanın uyumsuz yerlerini onardık. Bütün ev boşaltıldı. Ev o gece sabaha kadar boyandı. Adana’nın bütün eskicilerinden eşya toplandı. Yatak örtülerinden, perdelere varana kadar dikildi ve öğleden sonra çekime hazırladık. Bir günde yapıldı bütün bunlar. Elbette böyle olunca çok tempolu bir iş oluyor. Bu arada şehri de görmeye çalışıyorsunuz, “tantuni yeseydik şurada” diyorsunuz, ama elde simitle günü bitiriyorsunuz.

• Sanat yönetmeni oyuncuya müdahale eder mi? Öyle bir hakkı var mıdır?
Eğer iyi tanıdığım bir yönetmense fikrimi söylerim. Ama temel yapılanmada benim iş alanıma girmez. Elbette ben, “ okuduğum hikayedeki yüz bu değil” derim çok iyi tanıdığım bir yönetmense ama genel olarak fikrimizi almazlar. Kısacası resmi olarak böyle bir satır yok görev tanımımız içinde.




• Oyuncu o fotoğrafa oturmadığında kamufle etmeye çalışmak daha mı zor?
Aslında yönetmen için zordur. Çünkü o oyuncu karakterle bütünleşemediğinde bunu kurtarmak yönetmene düşer.

• Figürasyona karışıyor musunuz?
Sadece kostüm anlamında karışıyorum. Reji maalesef o anda sahnenin çekilmesine odaklanıyor doğal olarak ve sizin kurduğunuz dünyanın bütünlüğüyle pek ilgilenmiyor. Hiçbir şekilde o adamla o kadın yan yana gelir mi, diye bakmıyorlar. O aşamada da bunu gözetmek tamamen sizin vazifenizdir.

• O yüzden de biz Türkiye’de çok başarılı kalabalık sahneler çekemiyoruz. Mesela disko, gece kulübü, eğlece mekanı ya da parti çekimlerimiz asla tam başarılı olamıyor. Bu anlamda su bardağında viski içiren Yeşilçam’dan bir adım ileri gidemedik.
Maalesef öyle. Çekemiyoruz. Daha doğrusu başarılı olmaya yaklaşabilenler bile çok zorlanıyorlar. Issız Adam’da o kalabalık disko sahnesini iki kere çektik. Çünkü istediğimiz gibi bir cast gelmedi. O sahne için 400 kişi lazım. Bunları tek tek giydirmek demek, akşama kadar sürecek demektir. Öyle bir zamanımız zaten yok. Bu yüzden ne istediğinizi en küçük detayına kadar cast ajansına anlatıyorsunuz. Hatta dergilerden fotoğraflar kesip yaklaşık olarak kostüm bilgisi de veriyorsunuz. Buna rağmen çekim günü bir figürasyon geliyor, inanamazsınız. Düğüne gider gibi geliyor insanlar. Tamamen yanlış tipler var elinizde. Çağan baktı ve sahneyi iptal etti. Ama dizide bu şansın da olmayabiliyor. O zaman biraz sen gizliyorsun, biraz reji gizliyor ve halletmeye çalışıyorsun.

• Sanat grubunda görev yapan ekipler özellikle ekran işlerinde çalışanlar gündelik hayatla ilgili çok donanımsızlar kaldı ki gelişmiş zevkler hakkında da kişisel bir gusto sahibi değiller. Bu sebeple de izlediğimiz işlerde sanat grubunun sahip olduğu “görgü” ve “bilgi”ye mahkum ediliyoruz. Bizim önümüzde değiller. Acaba çok mu zor benzer bilgilere ulaşmak, o yüzden mi bu kadar komik detaylar ve deliller veriyorlar elimize? Örneğin elinizde bir oyuncu var ve yüksek topuklu giydiğinde yürüyemiyor diyelim. Giydirme yüksek topuklu ayakkabıyı, babet giyince o kadın “zengin kadın” olmayacak mı sanıyorlar?
İnsanların nasıl yaşadığını bilirsiniz. Hayatı doğru gözlerseniz her tür hayat hakkında bilgi ve görgü sahibi olursunuz. Bu tamamen kişisel istekle ilgilidir. Bunun dışında da gerçekten oyuncunun sunduğunuz aksesuarı taşıyabiliyor olması çok önemli. Sizin aksesuarınız oyuncuya yük getirmeyecek, kolaylık sağlayacak. İçinde olduğu kıyafetle rahatsızsa bir oyuncu nasıl rol yapacak değil mi? Bunu kenara koyarsak, siz bir tür “kalite” isnad edeceksiniz diye giydirdiğiniz elbiseyi taşıyamıyorsa, taşıyabildiği elbiseyi bulup sunacaksınız oyuncunuza. Klişelerden kurtulmayı bilmeniz lazım. Marka taşır diye bir klişeye mahkum kalmayacaksınız. Siyah bir pantolunu ünlü bir markadan alabilirsiniz iyi durmaz, salı pazarından alırsınız marka gibi durur. Bunu yaratmak, arayıp bulmak da ciddi bir meslek sevgisi ve şevk ister. Aramalısınız. Dergilerden yararlanabilirsiniz ama hayat dergi fotoğraflarından ibaret değil. Zenginle rüküş arasındaki farkı bilmelisiniz.

• Şimdi ben dışardan bakan ve ahkam kesen biri olarak sektörün zor şartları olduğunu artık ezberledim. Evet, şartlar zor. Kabul. Ama başrol oyuncusuna üzerinde kat izleri duran bir gömleği giydiriyorsun ve bana şartlar zor diyorsan, artık ben bu masalı dinlemek istemiyorum. Ve gördüğüm zaman da o işi yereden yere vuruyorum, kimse kusura bakmasın. Bu sebeple sizin sektörde çalışanlara bu konuda getireceğiniz eleştiri çok önemli. Nedir bu “zor şartlar” meselesi sanat grubu açısından?

Uzun çalışma saatleri, kısıtlı sosyal güvenceler, meşakatli ve bitmek bilmeyen temposu sebebiyle zor şartlar altında çalıştığımız bir gerçek. Fakat bunun kesinlikle işlerin yarım yamalak, sakil bir şekilde halledilmesine bahane olmaması gerekiyor çünkü bu sektördeki zor şartların ne olduğu daha en başından ortada. Bunun bilincinde olan insanların profesyonellikten taviz vermeden ellerinden gelenin en iyisini ortaya koymaları gerekiyor.

• Emeğinizin karşılığını alıyor musunuz?
Açık söylemek gerekirse, işinizi iyi ve doğru yapıyorsanız karşılığını gerçekten alıyorsunuz.

• Sizin açınızdan bakıldığında bugün bulunduğunuz noktaya gelmenizde şans faktörünün payı nedir?
Başlangıç noktasında belki şansı yakalamak önemli ama onu sürdürülebilir kılmak sizin elinizde. Bir kez şans yüzünüze gülebilir ama gerisi tamamen size kalmıştır. İyiyseniz devam edersiniz. Devam edemiyorsanız dönüp kendinize bakıp doğru tahlil yapacaksınız. Kendinize dürüst olacaksınız. Pratik, hızlı düşünen, çözüm bulucu ve çalışkan olmanız lazım.

• Eleştiri yaparken en çok karşılaştığım savunma şekli, “Boşver” oluyor. Yani, “Boşver” bizim başucu kelimemiz özellikle de bu sektörde.
Büyük resmi görmek ve onu önemsemek açısından söylüyorlardır. Ama aslında büyük resim o küçük parçalardan oluşuyor, bunu da hiç atlamamak lazım. Zaten başarılı işlere bakarsanız, küçük parçaları gözardı etmemiş işlerdir. Size bir anımı anlatayım. Şaşı Felek Çıkmazı’nı çekiyoruz. Kahvaltı edecek ailece masayı hazırladım, sahneye girmeden önce Mahinur Hanım beni kenara çekti ve “herkesin önüne portakal suyu koymuşsun. Nerede gördün orta halli bir ailenin sofrasında herkesin portakal suyu içtiğini? Bu sadece Saadet’in alışkanlığı..” dedi. Öyle bakıldığında küçücük bir detay bu değil mi? Küçük bir şey. Seyirci bunu görür mü? Görmez boşver, derseniz o küçük boşverler birikir ve kurmak istediğiniz dünyayı yıkar.

• Murat Güney nasıl biridir, diye sorsam nasıl bir cevap alırdım?
İyi biridir. Ama reji beni sevmez. Ben rejiyi sevmem ☺

• Yeni proje var mı?
Kanal D de bir iş var. Sitcom tadında bir stüdyo programı. Yaz aylarında çekilmesi planlanan bir sinema filmi ve dizi var.

• Son olarak içinde olmak istediğiniz ama olamadığınız bir proje var mı diye sormak istiyorum. Şunu çekseler de içinde ben de olsam dediğiniz bir ekran ya da sinema projesi var mı?
Vardı aslında birkaç tane, ama yapıldı. Şimdi adını söylemek doğru olur mu, çok da emin değilim.

• Tamam, söylemeyin. Sadece küçük bir ipucu verin, dönem işi miydi?
Yok dönem değil. Çok uzun zaman önce okuduğum bir kitaptı. Çok da sevdiğim bir kitaptı..

• Gölgesizler mi yoksa?
Evet! İçinde olmayı çok isterdim. Ümit Ünal’ın filmlerini de çok seviyorum üstelik. İşi yapan sanat yönetmeni de arkadaşımdır. Zeki Demirkubuz’un Kıskanma’sında da olmayı isterdim, sanat yönetmenliğini Nilüfer Çamur yaptı. Keşke Nilüfer’e asistanı olmayı teklif etseydim.

Öyle dalmışız ki bir bardak çay zor ayırıyor bizi bu koyu sohbetten. Sanki dilencilerin uzun uykularında donduklarının farkına varmayan, sert bir kış yaşanıyor dışarda. Bizim dışımızda. Biz, merdiven diplerinde yosun tutmuş kelimelerin pasını siliyorduk. Keyfimiz yerinde. Onları mutsuz eden sözcüklerin tamamı bizim keyfimize selam duruyor. Bak, abartıyorum zannetmeyin şose diyorduk biz asfalt yollara o günlerde ve şoseler dört köşe parke taşlarıyla döşeniyordu. Boş sayfalar yoktu. Tıpkı Murat Güney’in hayat hikayesinde olduğu gibi.. Olur da taammüden bırakılmış tek bir boş sayfa bulunursa, o gizli ve gizli kaldıkça dokunulmaz bir acı halinde, sorgusuz sualsiz, son dakika günlerinden koparılan o boş sayfadan, ipi, yüce göklerde kopacak bir uçurtma yapmalı, tepetaklak düştükçe uçurtma ormanın derinliklerine, ormanın derinliklerinden lodos bulaşığı bir uçurtma efsanesi yaratmalı.







Fotoğraflar Murat Güney'in özel arşivinden alınmıştır.




®
İstanbul, Ocak 2009



.

Ana Sayfaya Dön
.

free hit counter
Powered By Blogger